13 Nisan 2010 Salı

Ender Özkahraman yazdı...




Değerli arkadaşlar…

Benim yazar takımına kaleci seçilmem tesadüf eseri değil.

Hayatta ortaya çıkan bütün rastlantılar, daha önceden yarım kalan bazı hesapları tamamlamak içindir. Hep bunu bilir, bunu söylerim. Ama sanırım burada daha açıklayıcı olmam lazım, bunun için geçmişe, 1986 yılına dönmem gerek. (o zamanda yine aynı göğün altında, farklı enlem ve boylamlardayız; Serkan 5, Bağış 13 ve Metin Hoca’da 22 yaşındalar)

Ben o zamanlar 17 yaşında, lise sona giden bir öğrenciyim. Hakkari Lisesi’nin futbol takımında kaleci olarak yer almaktayım. Aynı yıl liselerarası yapılan turnuvada Ticaret Lisesi ve İmam Hatip Lisesini dize getirmiş, akabinde de Endüstri Meslek Lisesi’yle final oynamaya hak kazanmışız. Hiç unutmam bir Pazar günü Hakkari Şehir Stadyumu’nda maça çıkışımızı. Tribünde 500’e yakın seyirci toplanmış, aralarında Vali ile Beden Terbiye Bölge Müdürü’nün de yer alması, önlerindeki masada gümüşi bir kupanın bulunması gerilimi nasıl artırıyor anlatamam… Maça değil de sanki bir idam mangasının huzuruna çıkıyorum o anda.

Kale seçimi için havaya atılan demir parayı, kaptanların tokalaşmasını filan ölüm döşeğindeki biri gibi seyrediyorum, neyse sonunda o küçük nohut tanesi hakemin ciğerlerinden gelen rüzgarla düdüğün içinde deviniyor ve çıkan sesle maç başlıyor.

Stadyumun uğultusunu işitmemek, heyecanımı yenmek için nasıl nefes alıp veriyorum bir bilseniz? Ben tam da biraz duruma yabancılaşayım, Yabancı’daki Mersault gibi kuşlara, bulutlara bakayım derken goller birbiri peşisıra geliyor.

Takımdaki arkadaşların bana nasıl baktığını bir görseniz, töreye karşı geldiğimi, maçtan sonra aşiret çocuklarının beni öldüreceğini filan sanırsınız. Bütün bunlar yaşanırken elindeki mikrofonla stadyumun çevresindeki hoparlörlerden bas bas bağırarak maç sunan, yorumlarını herkese duyuran abemizin sözleri de cabası: “Ender’in hatasını affetmeyen Hamdi’nin takım arkadaşlarıyla yaşadığı gol sevincini izliyoruz…”

Aslında onun “Burada kalecinin yapabileceği bir şey yok” dememesi için bariz bir neden de yok ha ortada… Neyse goller nasıl atıldı, nerede durmalıydım, ne oranda hatalıydım; hiç bilmiyorum. Hani derler ya, kaza geçirenler o anı uzun süre hatırlamaz diye; bakın bende halen hatırlamıyorum.

Fakat hatırladığım daha acı verici şeyler var. Evet ilk yarı bittiğinde 2 - 0 mağluptuk ve ben kalede Robinson Cruseo gibi yalnızdım. Birilerinin gelip omzuma dokunmasına, teskin edici birkaç yalan söze o kadar ihtiyacım vardı ki… Neyse, ‘Bu sözlerden burada bulunmaz, burası mahrumiyet bölgesidir’ diye ben kendimi teselli ederken, bir de ne göreyim; benim haricimde bizim takımdaki herkes orta sahada bir araya gelmiş foto muhabirlerine poz veriyor. Kalede öylece durmuşum, ne gelen var ne giden; uzaktan onları izliyorum. 10 kişilik takımın yarısı ayakta, yarısı çömelmiş halde objektiflere gülümsüyor. Neyse ben başımı önüme eğip kenardan yürüyerek soyunma odasına gittim ve tek başıma onları bekledim. İçimde o an cereyan eden hisleri nasıl anlatsam bilemiyorum. Bunun için Freud ile Dostoyevski’yi çağırmam, ellerine birer fener vererek ruhumun karanlık dehlizlerinde dolaşmalarına izin vermem gerek. Lakin bu izni kendim alamamışken, bu nasıl olacak; onu da bilmiyorum ki? Ben bunları düşünerek, ruhu pestil halini almış bir halde onları beklerken hoca yanıma geldi ve ‘hadi’ dedi, ‘daha neyi bekliyorsun, maç başlıyor!’

Narkozun etkisinden kurtulan biri gibi başımı kaldırıp baktım.“İkinci kaleci rıza göstermedi anlaşılan, kaleyi devralmaya cesaret edemeyip parmağındaki çatlağı öne sürdü demek” diye düşünüyordum o sırada öteki kaleye doğru koşarken…

Evet arkadaşlar, ikinci devre bambaşka bir takım vardı sahada sanki. Herkes görevini çok iyi yapıyordu. Aut olacağına adım gibi inandığım şutlara bile atlıyor, diz ve dirseklerimde açılan yaraların verdiği acıya aldırmadan karambollere ölümüne dalıyordum. Elimle öyle toplar çıkarttım ki, bazen bu benim değil, Tanrı’nın eli dediğim pozisyonlar bile oldu, Tanrı sadece Maradona’nın civarında dolaşmıyordu demek, bazen bizim oralara da geliyordu.

Takımdaki herkes görevini iyi yapınca rakipte tutukluk oldu ve biz ikinci devre 3 gol birden atarak galip geldik. O maçın bittiği anı ölünceye değin hatırlayacağıma, eğer ölüm anında hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi akarsa, bu anın en uzun sahne olacağına adım gibi eminim. Bitiş düdüğü öttüğünde ben yine birinci devrenin bitimindeki o fakir ama onurlu kalecinin abus ifadesini takındım ve kalabalığın kenarından dolaşarak soyunma odasının yolunu tuttum, ama bu sefer hücuma geçmiş bir ragbi oyuncusu gibiydim, kutlamak için önüme çıkanı, beni öpmeye geleni itmeden, omzumla kendime yol açmadan ilerleyemiyordum. Takım arkadaşlarımın seslenişlerini duymazdan gelerek sahadan tam çıkmak üzereydim ki hoca, ‘nereye’ diyerek koluma yapıştı ve beni çekiştirmeye başladı. Kupa töreni yapılacaktı, sonra sahada tur atacaktık, sonra Temel Eğitim Yatılı Bölge Okulu’nun kafeteryasında kutlama yapacaktık, sonra falan filan işte.

Bunları bilmeme rağmen hızlı bir refleksle hocanın kollarından kurtuldum ve herkesin şaşkın bakışları arasında soyunma odasına gittim. Orada tıpkı ilk yarıda olduğu gibi tek başınaydım. Üstümü değiştirirken hırsımdan alev alev yanıyordum. Sakin olmaya çalışarak arka kapıdan çıktım. Gözden ırak bir yoldan mahallemize doğru yürürken derin derin nefes almasam gururumdan boğulacaktım neredeyse…

Neyse, maçın sonu iyi bitse bile sonuçta bir takım arasında, kaleci formasıyla şöyle afili bir poz vermek kısmet olmamıştı bana. Lisedeki o müsabakadan sonra bir daha öylesine resmi, nizami ve heyecanlı bir maça daha çıkmadım zaten.

Bunun için tam 23 yıl beklemem gerekiyormuş meğer.

2009 yılının Temmuz ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Evdeydim. Telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses “Ben Bağış” dedi. Birbirimize n’aber, görüşemiyoruz, yazar, çizer, sanatçı, milli takım, Almanya, kaleci, olur musun, ciddi misin, vallahi, ama, boşver, tamam ve benzeri şeyler dedikten sonra Fulya’daki BJK Tesisleri’nde görüşmek üzere sözleştik… Sonrası malum, artık içimdeki ukdeyi St. Pauli Stadyumu’nda, sizle aynı fotoğraf karesinde yer alarak çözmüş durumdayım.

Lakin şimdi de diyorum ki, acaba resim çektirirken beni kaleye tecrit edip çağırmasa mıydınız aranıza? Ha, o ukde çözülmeden içimde büyüyerek kalsa daha mı hırslı olurdum acaba?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder