4 Mayıs 2010 Salı

Hakan Yel yazdı...

Ofsayt bilmem, Can bilirim. "Abi, çıkıyoruz!" der çıkarız, "Abi, yaklaş!"
der yaklaşırız.

Markaj bilmem, Can bilirim. "Abi, bu adamı kitliyoruz!" diye işaret eder, o
adamın kocası olurum, bensiz kaleye çarşıya göndermem.

Futbol bilmem, Can bilirim. "Abi, bu kanadı kullanmasınlar!" der, ben de o
kanada tabelamı asarım "İnşaat alanı! Verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür
dileriz."

Ama işimi iyi yapıp yapmadığımı ne hoca, ne kaptan ne de Can belirler maçta.
Ben sonucu anlamak için bir tek Ender'e bakarım.

Ender derse "Hakan, çok iyiydin!" o zaman rahat giderim soyunma odasına.
Ender enteresan, kibar adam...

İşimi yapmadıysam bana bişey söylemeden gider soyunma odasına. O zaman ben
anlarım; futbol oynamamışım.

Netice itibariyle final maçına çıkmadan yarım saat önce kulak misafiri
oldum; Taç atılırken 3 metre kuralı varmış :) Ben futbolu herhalde Bağış'ın
milyonda biri kadar biliyorum.
Adres sorar gibi libero kim, santrafor kim sorarım sahada. Çift vuruşla
serbest vuruş arasındaki farkı da bilmem.

Bildiğim tek şey, oyundaysam; benim taraftan Ender'e kimsenin gitmemesi
gerektiği.

Futbol güzel oyun.

Birçok şeyden anlamam, düz adamım. Hele müzikten hiç anlamam.

Yazarken, o da tanıştığımızdan beri Harun'u, Hayko'yu dinliyordum. Sanki
birader söylüyor ben yazıyorum durumu oluyordu. Dün gece çalışırken ilk kez
Badem dinledim. Mustafa Kemal gözümün önünden gitmedi. "Gittikçe kalabalık
bir aile oluyoruz" diye düşündüm. Bugün de Gökhan'ın koluna gireceğim
çalışırken.

Cansel'i odama verdiğini duyunca mızmızlandım Bağış'a her zamanki gibi.
"Egosu tavan yapmış birini" çekemem bu saatten sonra diye. Hayko'ya, Cansel
ismini her duyduğumda saydırdım. Nitekim bu önyargıyla hırpaladım adamı ilk
geceden. Fakat haksızlık etmişim. Dün gözlerim aradı Jansetimi odada :)

6-7 hafta bırak oynamayı, koşmadım bile. Onun üstüne kaptan yol verince maça
çıktım. İlk maçta bileğimin şişini gördünüz. Beni motive eden yabancılara
karşı oynamak değildi. Sadece takımın bir parçası olarak herkes kendini
yırtarken geri kalmak istemedim. Bacağı sahada bıraksam da benim kanattan
gol olmayacak diye düşündüm. Şükür olmadı.

Giderken çoooook nazlandım, istemedim. Fakat iyi ki ısrar etmişsiniz.
Hayatımdaki ikinci güzel seyahatti. Herkese gönülden teşekkür ederim.
Farkında olmadan kabalaşıp kalp kırdıysam da af ola.

Tabii "ben hiç futbol oynamadım, yapamam" dediğimde Metin Hoca'nın "Olur mu,
yaparsın sen Hakan" demesinin yeri ayrı. O cesaretlendirmeseydi daha ilk
maçta yırttığım baldırımla topa vuramadığım halde maçlara gelmezdim.

Hocam var ol!

Hepiniz güzel insanlarsınız...

Serkan bile :)

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Taylan Ege Cingöz'den Fulya'ya...

Bir Ayazma Öyküsü (Part 2)

Previously on Ayazma: 29 Nisan'da Unna topraklarına ayak basan şanlı Ayazma'nın tek amacı 5 ay önce hezimete uğradıkları Almanya'ya gereken dersi vermekti. Bu isteklerinin ateşiyle kavrulmuş olan oyuncular, yorucu antremanları ve zorlu maçları geride bırakarak Yazarlar Şampiyonasına katılmıştı. İddialıydılar bu sefer. İnanmışlardı Şampiyonluğa ve zafere. Gururlu, başları dik gittiler intikam kokan topraklara. Gruptan namağlup yükseldiler yarı finale. Milli takımlar düzeyinde gol atamadığımız İngiltere'ye makus talihlerine yenik düşerek gol atamadılar belki ama sert İngilizlerden gol de yemediler. Nice yazarların çıktığı, nice müzisyenlerin yurdu olan Avusturya'yı mağlup ettiler tıngır mıngır oynayarak. 3 yıldır düzenlenen turnuvada yenilgi yüzü görmemiş ve 3 yılın şampiyonu olan İsveç'e 3 gol sallayıp "Sizin efsaneniz de buraya kadarmış" dediler. İsveç galibiyeti Ayazma'nın grubunu lider bitirmesi anlamına geliyordu. Aynı şekilde Almanya da diğer grubu lider bitiriyordu. Ayazma'nın yarı finaldeki rakibi ise İtalya idi. Ve Yarı final maçı saati gelmişti…

Yeni Bölüm: Turnuvaya katılan neredeyse bütün takımlara (elbetteki Almanya hariç) ses tellerinin kopmasına yaklaşana dek destek veren Ayazma, bu sempatik ve barışçıl duruşundan ötürü tribünlerin desteğini de arkasına alarak yarı finale çıkmıştı. Rakip, dünyanın en sert savunmasını yapan, catenacio'nun mücitleri İtalyanlar'dı. Catenacio, benim gözümde her zaman muhafazakar bir duruşu simgelemiştir. Ön alanda bir kişi bırak, müdafayı ve orta sahayı kalabalık tut, şansa bir gol bulursan tüm maç bunu koru. Muhafazakarlar bile daha az muhafazakardır eminim. Neyse hikayeye geri dönelim. İtalyan kanında varolan catenacio'yu İtalyan yazarlar takımı da benimsemişti elbette. Gol yollarında sıkıntı çeken Ayazma, gol de yememişti ve final umutlarını penaltılara bırakmıştı. Artık herşey, tüm kedi familyasıyla nitelendirebileceğimiz efsane kaleci Yashin'vari stiliyle Ender Özkahraman'a bağlıydı. Tüm takım panterden bozma, leopardan kırma Ender'in kurtarışlarını beklemekteydi. Ve O, üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Ayazma'nın adını finale yazdıran muhteşem iki penaltı çıkararak belki de tarihe geçiyordu. Şimdi kutlama zamanıydı çünkü Ayazma finaldeydi artık! "Ayak takımı bunlar" diye hor görülen, 7-1lik mağlubiyetler gören bir takımın mucizesiydi bu. Bu mucizeyi efsaneye dönüştürmek için önlerindeki tek engel ise Unna'ya geldiklerinden beri, aslında 5 uzun aydan beri, belki de rüyalarına hatta kabuslarına giren Almanya'ydı. 7-1lik skorun getirdiği ızdırapla bilenmişti Ayazma, Almanya'ya. Tüm planlarını Almanya'yı mağlup etmek üzerine yapmıştı yazar, çizer takımı. Çünkü bu mesele artık bir gurur meselesi haline gelmişti ve intikam en acı şekilde alnımalıydı.

Maç saati gelip çattığında tüm takımın özelliği olan neşeli, espirili hava yerini stresli bir havaya bırakmıştı. Almanların Ayazma'ya tepeden bakışları onları küstah, pis Rus düşman konumuna sokarken Ayazma'nın heyecanlı ve stresli ama bir o kadar da kendinden emin duruşu Rocky'yi andırıyordu. Maçın başlamsıyla beraber Ayazma'nın da yumrukl… pardon atakları başlamıştı. İlk yarıda gayet üstün bir oyun ortaya koymuşlar ama golü bulamamışlardı. Maçtan önce endişe duyulan en büyük konu tahmin edildiği gibi büyük bir sorun çıkarmıştı önlerine: Almanya'nın kalecisi… Futbolu seven herkesin çocukluğunda mutlaka yer etmiş olan çizgi filmin yani Benjamin'in kalecisi olan Şeker Duvar'ı andırıyordu. Bilmeyenler içinse ikiye beş bir yarmaydı da diyebilirz elbette. Şeker Duvar'ı geçemeyen Ayazma oyuncuları da maçın ikinci yarısında yorgunluk emareleriyle beraber maçın kontrolünü Almanya'ya bırakmışlardı. Ancak bu sefer devleşen Ender abi ve Ayazma müdafasıydı. Maçı gol yemeden bitiren Ayazma'nin kaptanı küçük dev adam Bağış Erten verdiği demeçte, gol yemedikleri için mutlu olduklarını söylüyor ve Almanya'nın biraz daha üstün oyun sergiledilediğini kabul ediyordu. Penaltılar da en az maç kadar çekişmeli olmuştu ve her iki taraf da birer penaltı kaçırmışlardı. Kaçıranın maçı ve şampiyonluğu hatta daha da ötesi küçük çapta olan bir savaşı kaybedeceği anlar gelmişti. Altıncı penaltıyı atacak olan Badem'in badem gözlü olmasının yanında oyunu da badem tadında olan Mustafa Kemal topun başına gelmişti. Belki de içinden, "Kale küçük, ayı büyük" deyip zamanının saçma reklamını hatırlayarak geldi topa doğru… Maalesef ki içinden geçen gerçek olup dev gibi bir Alman'ın koruduğu küçücük kaleye topu sokamayınca arkadaşarını hit şarkısıyla teselli ediyordu: "Sen ağlamaaaaa bir damla göz yaşın yeteeeeer"… Herşey buraya kadardı. Almanların kendi evlerinde oynadıkları turnuvada kupayı kaldırmalarının ardından teselli ödülleri olan gümüş madalyalarını boyunlarına takan oyuncular "Yenildik ama gururluyuz. Bu takım bize 5 ay önce 7 gol atmıştı. Bugün biz onların analarından emdikleri sütleri burunlarında getirdik. Ama tecrübesizdik ne yazık ki. Önümüzdeki turnuvalara bakacağız artık." diyerek herkesin an geldiğinde futbolcu tribine girebileceğini gözler önüne seriyorlardı. Moraller belki bozulmuştu ama ortada kazanılan bir gurur da vardı. Mağrur duruşunu kaybetmeden yenilmişti kahraman Ayazma. Her epik hikaye de mutlu sonla bitecek değil elbet. Bizimkinin sonu biraz trajik bitti ama Ayazma'dan beklenen de sıradanlığı aşmasıdır öyle değil mi?

Mıkı'yla beraber havaalanına gittiğimizde provaya başlamıştık: "Sen şampiyooon olmasan daaa kupaları almasan daaa..." diyerek. Gerçekten de -her zaman olduğu gibi- Türkiyeli yazar çizer takımı kupayı alamasa dahi şampiyonluğu çoktan kazanmışlardı bizim gözümüzde. Hikayeyi boşuna Rocky'ye benzetmedik ki en başında. Rocky 6'da da favori olan rakibinin karşısına çıkan Rocky tüm inancına, azmine ve desteklere rağmen karşılaşmayı kaybediyordu ama izleyenlerin sevgisini ve saygısını kazanıyordu. Tıpkı Ayazma gibi. Belki bizler dökülmedik sokaklara ama uçaktan indikten sonra gözlerinizde gördüğümüz o buruk sevinçleri ve boynunuzdaki gümüş madalyayı (gerçi ben yalnızca Alpay Erdem'in boynunda gördüm, olimpiyatları kazanmış bir güreçşi gibi çıkmıştı o kapıdan) görenler mutlaka sizin için bağırırlardı sesleri kısılıncaya dek: "Çok Yaşa AYAZMA!!!"

-FIN-

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Taylan Ege Cingöz'den Unna'ya...

Bir Ayazma Öyküsü (part 1)

(Bu hikaye epik bir hikayedir. Olaylar, kurumlar, karakterler bire bir GERÇEKTİR!)
5 ay önce gitmişlerdi Almanyalı yazarlarla maç yapmaya. Gittiklerinde neyle karşılaşacaklarını, neyi nasıl yapacaklarını pek de iyi bilmiyorlardır belki ama bir ışık vardı. Almanya takımı karşısında alınan 7-1lik mağlubiyet Nobel Edebiyat Ödülleri sayısıyla oranlanmış ve "Almanlar yendiğinde bizim de yenmiş olmamız gerekmiyor muydu yahu?" denmişti. O beliren ışığın bir umut ışığı mı yoksa tünelin sonuna gelindiğinde monte edilen "pamuğun" yarattığı ışık mı olduğu bilinmiyordu. Ancak vazgeçmediler. İnatla tutundular bu mücadeleye. Kimisi daha fazla sigara içti, kimisi daha çok bira... Kimisi gecesini gündüzünü birbirine kattı bu takım için, kimisi de yazdığı maillere cevap dahi alamadı ama küsmedi. Kimisi çekiminden vazgeçti, kimisi yeni çıkan albümünün tanıtımını kaçırmayı dahi göze aldı. Ama hepsi tek bir şey uğrunaydı! Almanya'ya geri dönmek ve düzenlenen Şampiyonayı kazanmak... Perşembe günü ayak bastılar yeniden Almanya'ya. Burdan ayrıldıklarından beri 5 ay geçmiş ve her pazartesi, perşembe akşamları arenaya çıkan gladyatörler gibi çıkmışlardı Beşiktaş'ın Fulya tesislerindeki halı sahaya. 5 ay boyunca arenalarında kendilerini yetiştirmişler, yeteneklerinin üstlerine koyarak "Yazar çizer takımı mı? Sizden olsa olsa ayak takımı olur! Puhahahahaha" diyenleri utandırmışlardı. O lafları söyleyenlere nispet "AYAZMA" yazdırmışlardı göğüslerine. (Hayko'nun ki hariç hiçbirinin ki dövme değil elbette.) "Dök bizi sokaklara AYAZMA!!!" sloganlarıyla uğurlanmışlardı ve tek amaçları da buydu zaten. Adeta bir Rocky filmi tadındaydı takımın hikayesi. Hani olur ya filmin başında Rocky çok acayip dayak yer pis, komünist, terörist, uyuz, sarışın, yarma Rus'tan. Vazgeçmez ama Rocky. İntikam ateşi çoktan bedenini sarmıştır çünkü. Çalışır didinir. Kar kıyamet demeden hem de. Yeri gelir odun kırar, yeri gelir kağnı çeker, yeri gelir kasap dolabındaki bütün ineği yumruklar. Ama hiç bir zaman mağrur duruşunu kaybetmez. Pis Rus ise teknolojik aletleriyle hazırlanır karşılaşmaya. O bir makinedir çünkü ama Rocky bir insan... Filmin sonu malum. Rocky'nin yumrukları pis Rus rakibini nakavt eder. Ayazma'nın hikayesi de aynısı işte. 7 gol atıp bir nevi onları nakavt eden düşman ülkenin boksörü durumundaki Almanya takımının karşısına bütün mağrurluğuyla çıkmak için gittiler el diyarına. Belki eksiklerdi. Belki moral kaynakları, aynı zamanda da gece muahbbetçileri Hayko Cepkinleri yoktu. Belki Beşiktaş maçında muhalif duruşu ve pankartı nedeniyle zor anlar geçiren Emrah Serbesleri yoktu. Belki can simitleri ve küçük imparatorları Metin Hocaları yoktu. Ama hepsinin ruhunu taşıyordu o takım. (Tabi eksikleri hissettirmeyecek bir kaç iyi transfer de yapılmadı değil ama malum epik hikayelerde kahramanın açığına yer verilmez.)
Turnuvada kuralar çekilmişti. Şanlı Ayazma'mız 8-0lık acılar barındıran İngiltere, bir zamanlar sınırına dayandığımız(!) Avusturya ve turnuvanın son galibi İsveç ile aynı gruba düşmüştü. Ama ezeli rakip, ebedi dost ve küçük, 7-1lik bir hesabın görüleceği Almanya'yı arıyordu gözler. Final aşkıyla yanıp tutuşan Ayazma, ilk maçında düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek İngiltere ile 0-0 berabere kalıyordu. İkinci maçta Alman ekolünden gelen ve intikamın ateşinin alevlenmesine sebep olan Avusturya'yı 2-0la geçen kahraman Ayazma'mız son şampiyon İsveç'i de 3-1lik skorla geçerken İngiltere'nin Avusturya'yla berabere kalmasının ardından lider olarak adını yarı finale yazdırıyordu. Şimdi rakip İtalya'ydı ve her şey finale kalmak için feda edilebilirdi. Çünkü finalde ev sahibi Almanya onları bekliyor olacaktı (muhtemelen). Grup maçlarında rakiplerin sert futbolundan yakınan Ayazma, başını eğmeden, tüm zorluklara ve sertliklere yeri geldiğinde göğüs gererek yeri geldiğinde burun vurarak bazen tekmeye kafa sokarak bazen de taban kaldırarak direnmeyi bildi. Bazısı sıcacık yatağında uyuyor, bazısı İtalya için taktik hazırlıyor, bazısı da (kendisi kim olduğunu gayet iyi biliyor) kafayı çekiyor olabilir şu anda. Ama hepsinin aklında tek bir şey var: ŞAMPİYONLUK!

-to be continued-
...
-arkası yarın-
...
-önü öbür gün-
...
-sağım solum saklanmayan sobedir-
...
-hatıralar sarmış dört bir yanımı-
...

30 Nisan 2010 Cuma

Yarı Finaldeyiz!!

Türkiye Yazarlar-Çizerler Milli Takımı AYAZMA, Almanya'da yapılan turnuvada grupta oynadığı maçlar sonunda yarı finale çıktı. Temennimiz kupayı almadan dönmemeleri yönünde.

Dök bizi sokaklara AYAZMA!!!

13 Nisan 2010 Salı

Ender Özkahraman yazdı...




Değerli arkadaşlar…

Benim yazar takımına kaleci seçilmem tesadüf eseri değil.

Hayatta ortaya çıkan bütün rastlantılar, daha önceden yarım kalan bazı hesapları tamamlamak içindir. Hep bunu bilir, bunu söylerim. Ama sanırım burada daha açıklayıcı olmam lazım, bunun için geçmişe, 1986 yılına dönmem gerek. (o zamanda yine aynı göğün altında, farklı enlem ve boylamlardayız; Serkan 5, Bağış 13 ve Metin Hoca’da 22 yaşındalar)

Ben o zamanlar 17 yaşında, lise sona giden bir öğrenciyim. Hakkari Lisesi’nin futbol takımında kaleci olarak yer almaktayım. Aynı yıl liselerarası yapılan turnuvada Ticaret Lisesi ve İmam Hatip Lisesini dize getirmiş, akabinde de Endüstri Meslek Lisesi’yle final oynamaya hak kazanmışız. Hiç unutmam bir Pazar günü Hakkari Şehir Stadyumu’nda maça çıkışımızı. Tribünde 500’e yakın seyirci toplanmış, aralarında Vali ile Beden Terbiye Bölge Müdürü’nün de yer alması, önlerindeki masada gümüşi bir kupanın bulunması gerilimi nasıl artırıyor anlatamam… Maça değil de sanki bir idam mangasının huzuruna çıkıyorum o anda.

Kale seçimi için havaya atılan demir parayı, kaptanların tokalaşmasını filan ölüm döşeğindeki biri gibi seyrediyorum, neyse sonunda o küçük nohut tanesi hakemin ciğerlerinden gelen rüzgarla düdüğün içinde deviniyor ve çıkan sesle maç başlıyor.

Stadyumun uğultusunu işitmemek, heyecanımı yenmek için nasıl nefes alıp veriyorum bir bilseniz? Ben tam da biraz duruma yabancılaşayım, Yabancı’daki Mersault gibi kuşlara, bulutlara bakayım derken goller birbiri peşisıra geliyor.

Takımdaki arkadaşların bana nasıl baktığını bir görseniz, töreye karşı geldiğimi, maçtan sonra aşiret çocuklarının beni öldüreceğini filan sanırsınız. Bütün bunlar yaşanırken elindeki mikrofonla stadyumun çevresindeki hoparlörlerden bas bas bağırarak maç sunan, yorumlarını herkese duyuran abemizin sözleri de cabası: “Ender’in hatasını affetmeyen Hamdi’nin takım arkadaşlarıyla yaşadığı gol sevincini izliyoruz…”

Aslında onun “Burada kalecinin yapabileceği bir şey yok” dememesi için bariz bir neden de yok ha ortada… Neyse goller nasıl atıldı, nerede durmalıydım, ne oranda hatalıydım; hiç bilmiyorum. Hani derler ya, kaza geçirenler o anı uzun süre hatırlamaz diye; bakın bende halen hatırlamıyorum.

Fakat hatırladığım daha acı verici şeyler var. Evet ilk yarı bittiğinde 2 - 0 mağluptuk ve ben kalede Robinson Cruseo gibi yalnızdım. Birilerinin gelip omzuma dokunmasına, teskin edici birkaç yalan söze o kadar ihtiyacım vardı ki… Neyse, ‘Bu sözlerden burada bulunmaz, burası mahrumiyet bölgesidir’ diye ben kendimi teselli ederken, bir de ne göreyim; benim haricimde bizim takımdaki herkes orta sahada bir araya gelmiş foto muhabirlerine poz veriyor. Kalede öylece durmuşum, ne gelen var ne giden; uzaktan onları izliyorum. 10 kişilik takımın yarısı ayakta, yarısı çömelmiş halde objektiflere gülümsüyor. Neyse ben başımı önüme eğip kenardan yürüyerek soyunma odasına gittim ve tek başıma onları bekledim. İçimde o an cereyan eden hisleri nasıl anlatsam bilemiyorum. Bunun için Freud ile Dostoyevski’yi çağırmam, ellerine birer fener vererek ruhumun karanlık dehlizlerinde dolaşmalarına izin vermem gerek. Lakin bu izni kendim alamamışken, bu nasıl olacak; onu da bilmiyorum ki? Ben bunları düşünerek, ruhu pestil halini almış bir halde onları beklerken hoca yanıma geldi ve ‘hadi’ dedi, ‘daha neyi bekliyorsun, maç başlıyor!’

Narkozun etkisinden kurtulan biri gibi başımı kaldırıp baktım.“İkinci kaleci rıza göstermedi anlaşılan, kaleyi devralmaya cesaret edemeyip parmağındaki çatlağı öne sürdü demek” diye düşünüyordum o sırada öteki kaleye doğru koşarken…

Evet arkadaşlar, ikinci devre bambaşka bir takım vardı sahada sanki. Herkes görevini çok iyi yapıyordu. Aut olacağına adım gibi inandığım şutlara bile atlıyor, diz ve dirseklerimde açılan yaraların verdiği acıya aldırmadan karambollere ölümüne dalıyordum. Elimle öyle toplar çıkarttım ki, bazen bu benim değil, Tanrı’nın eli dediğim pozisyonlar bile oldu, Tanrı sadece Maradona’nın civarında dolaşmıyordu demek, bazen bizim oralara da geliyordu.

Takımdaki herkes görevini iyi yapınca rakipte tutukluk oldu ve biz ikinci devre 3 gol birden atarak galip geldik. O maçın bittiği anı ölünceye değin hatırlayacağıma, eğer ölüm anında hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi akarsa, bu anın en uzun sahne olacağına adım gibi eminim. Bitiş düdüğü öttüğünde ben yine birinci devrenin bitimindeki o fakir ama onurlu kalecinin abus ifadesini takındım ve kalabalığın kenarından dolaşarak soyunma odasının yolunu tuttum, ama bu sefer hücuma geçmiş bir ragbi oyuncusu gibiydim, kutlamak için önüme çıkanı, beni öpmeye geleni itmeden, omzumla kendime yol açmadan ilerleyemiyordum. Takım arkadaşlarımın seslenişlerini duymazdan gelerek sahadan tam çıkmak üzereydim ki hoca, ‘nereye’ diyerek koluma yapıştı ve beni çekiştirmeye başladı. Kupa töreni yapılacaktı, sonra sahada tur atacaktık, sonra Temel Eğitim Yatılı Bölge Okulu’nun kafeteryasında kutlama yapacaktık, sonra falan filan işte.

Bunları bilmeme rağmen hızlı bir refleksle hocanın kollarından kurtuldum ve herkesin şaşkın bakışları arasında soyunma odasına gittim. Orada tıpkı ilk yarıda olduğu gibi tek başınaydım. Üstümü değiştirirken hırsımdan alev alev yanıyordum. Sakin olmaya çalışarak arka kapıdan çıktım. Gözden ırak bir yoldan mahallemize doğru yürürken derin derin nefes almasam gururumdan boğulacaktım neredeyse…

Neyse, maçın sonu iyi bitse bile sonuçta bir takım arasında, kaleci formasıyla şöyle afili bir poz vermek kısmet olmamıştı bana. Lisedeki o müsabakadan sonra bir daha öylesine resmi, nizami ve heyecanlı bir maça daha çıkmadım zaten.

Bunun için tam 23 yıl beklemem gerekiyormuş meğer.

2009 yılının Temmuz ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Evdeydim. Telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses “Ben Bağış” dedi. Birbirimize n’aber, görüşemiyoruz, yazar, çizer, sanatçı, milli takım, Almanya, kaleci, olur musun, ciddi misin, vallahi, ama, boşver, tamam ve benzeri şeyler dedikten sonra Fulya’daki BJK Tesisleri’nde görüşmek üzere sözleştik… Sonrası malum, artık içimdeki ukdeyi St. Pauli Stadyumu’nda, sizle aynı fotoğraf karesinde yer alarak çözmüş durumdayım.

Lakin şimdi de diyorum ki, acaba resim çektirirken beni kaleye tecrit edip çağırmasa mıydınız aranıza? Ha, o ukde çözülmeden içimde büyüyerek kalsa daha mı hırslı olurdum acaba?

Emre Cingöz yazdı...

EMRE CİNGÖZ’ÜN GARİP HİKAYESİ

“Yalnız ve güzel ülkem”izde bir çocuk doğduğu zaman ona ilk söylenen sözlerden biri “Her Türk asker doğar”dır. Bu söz nerdeyse yaşamımızın sonuna kadar, çok çeşitli minvalde, sürekli karşımıza çıkar. Bu bizim için o kadar kutsal bir düsturdur ki her kutsal ve olağan kabulümüzde yaptığımız gibi, neden asker doğduğumuzu sorgulamak da aklımızın ucundan geçmez. Çünkü öyle doğmuşuzdur ve böylece doğar doğmaz ebedi mesaimiz başlamış olur.

Ben yazarlar takımına, tiyatro yazarlığı sayesinde girdim ve hayatımdaki ilk tiyatro oyunu da 5 yaşındaki küçük bir askeri canlandırıp şarkı söylediğim piyesti. Mesai benim içinde erken başlamıştı ve bayağı da sürecek gibiydi çünkü bu mesaiden emekli olmak imkansızdı. Mezarda emeklilik bu olsa gerekti.

Benim ise o yıllarda istediğim tek bir şey vardı.: Futbolcu olmak. Hem, futbolcu olunca gollerimi atıp ardından da seyircilere asker selamı verirsem asli görevim olan askerliği de yerine getirmiş olurdum. O kadar şartlamıştım ki kendimi futbolcu olmaya, akşam yatmadan önce tüm dualarımı futbolcu olmak üzerine ediyor, milli takım formasını geçirip, o şanlı takımda oynayabileceğim günleri hayal ediyor, sonra da aynanın karşısında, gür bir sesle İstiklal Marşı’nı söylerken nasıl göründüğüme bakıyordum. Bu marş söyleme meselesi çok önemliydi. O esnada hem teknik ve karizmatik görünmeli, hem de Alpay Özalan misali terinin veya -ne biliyim, milli kimliğimizin olmazsa olmazı- kanının son damlasına kadar sahada savaşacak bir futbolcu görüntüsü vermeliydim.

Bana bu formayı, Türk sağının bir halinden hallice olan, milliyetçi dayım almıştı ve şöyle demişti, “ Tamam Emre Fenerbahçeli olabilirsin ama önce milli takımı tutmalısın çünkü en büyük ne Fenerbahçe’dir ne de Galatasaray, en büyük Türkiye’dir. Bunu sakın unutma”. Bunu duyan Türk sağının diğer temsilcilerinden İslamcı dedem, dayıma doğru bağırarak “Ne diyorsun ula Oktay? Çocuğu bu yaşta Allahsız mı yapacan? En büyük Allah olum, en büyük Allah. Sen uyma dayına” diyerek dayıma İslami bir balans ayarı yapıyordu. E hep onlara yapılacak değildi ya. (Teşekkürler Tanıl Bora)

Türk-İslam senteziyle tanışmam pek de geç olmamıştı ve bu tanışma, muhafazakar diz altı şortumla beraber mahalle aralarında futbolla kaynaşmama sebep olmuştu. Futbolla buluşup kaynaştıktan sonra birbirimize çok alıştık. Günde en az 3 kere ona koşuyor, onla yatıp, onla kalkıyordum. Tabi bu durum derslerime etki etmeye başlayınca, eski solcu, yeni orducu, laik, çağdaş ve Kemalist babam mesleğinin de verdiği sorumlulukla, (kendisi Milli Eğitim Müfettişlerinden, Hüseyin Şevki Topuz’un görev arkadaşı idi) beni futbol sevdasından vazgeçirmek için birçok eylemde bulundu. Cezalar, yaptırımlar, farklı spor kurslarına üyelikler ve hatta pedagoglar v.s. v.s. Fakat bu eylemler bir türlü amacına ulaşmadı. Çünkü ben bu oyunu seviyordum ve Ferhat gibi dağları delmeye hazırdım.

Babam bendeki azmi görünce pes etti desem de, inanmayın, bu sefer farklı bir taktik geliştirmeye başladı. “Olum senden futbolcu filan olmaz. Sen sürekli maç yapıyorsun. Futbolcu adam önce antrenman yapmalı. Biz de zamanında top oynadık ama biz önce antrenmanımızı yapar, sonra, zaman kalırsa maçımızı oynardık. Yok yok sen vazgeç bu sevdadan. Kafan çalışıyor. Sendeki IQ bende olsa kesin mühendis olurdum” diyerek bebekken çıkarttığı gazımı yerine koymaya çalışıyordu.

Tabi ben yemedim bu ara gazları ve babama dedim ki, “Ben yetenekliyim baba. Benim antrenmana filan ihtiyacım yok. Hem senin dediğin yolla futbolcu olunsaydı ben şimdi kesin büyük bir takımın altyapısında oynuyor olurdum. diğer futbolcuların oğulları gibi” (Sözüm meclisten dışarı HakkıJ)

Aslında bu itham, biz seçilemeyenler için bir teselliydi. Birçok takımın seçmelerine gitmeme rağmen bir türlü başarılı olamadığımda diğer seçilemeyenlerle beraber oturup şöyle konuşuyorduk, “ Ulan gördün mü be adam kazmanın teki onu seçtiler. Niye??? Çünkü, babası eskiden Fener’de top oynamış. Seçilenlerin hepsi torpilli abi. Mesela sen en az benim kadar yeteneklisin. Anlarım abi, ben futboldan, top ayağına yakışıyor. Seni almıyorlar, beni almıyorlar elalemin torpilli piçlerini baş tacı ediyorlar. Sonra da yok efendim ülke futbolu niye gelişmiyor, önümüze gelenden neden sekiz yiyoruz. Yok efendim yenilmişiz ama ezilmemişiz de Almanlar yenildiği için bizde yenik sayılmışız falan filan. Ulan inanmazsın geçenlerde çok acayip bir rüya gördüm. Rüyamda bu ülke futbolu nasıl gelişir, nasıl düzelir diye düşünürken, bir ermiş dede geldi elinde asasıyla. Yalnız bu dede diğer dedelerden biraz farklıydı, sakalları beyaz değil de hafif kırmızımtıraktı. Neyse bana dedi ki “ Ey oğul futbolda devrim yapmak istiyorsanız buna alttan başlamalısınız. Çünkü doğru bir devrim alttan olur”

“Vay be! İşte ya, bizim altyapımız ne ki futbolumuz ne olsun? Dede bile koymuş teşhisi. Gerçi bakma, biz ülkemize laf ediyoruz ama bu dışarıda da böyle abi. Bak Johan Cryuuf’a, oğlu Jordi’yi nasılda koydu Barcelona’ya. Şanssızız biz abi, şanssız, doğuştan şanssız.” diyerek kendimizi avutmaya çalışıyorduk.

Bu hiçbir futbol takımına seçilememe durumu bende derin izler bırakmaya başlamıştı. Hayatımda yapmak istediğim tek iş futbolcu olmaktı ve onu olmayı da beceremiyordum. Artık yavaş yavaş bu sevdadan vazgeçmeliyim dedim kendi kendime ve bıraktım kendimi babamın şefkatli ellerine. O da beni elimden tuttuğu gibi götürdü ÖSYM’ye.

ÖSYM’ye başvurduk başvurmasına da, onların bu başvuruya yanıtı benim başvurum kadar kibar olmadı, “Hoopp delikanlı burası Ringo’nun ahırımı? Buraya girmek istiyorsan önce birkaç sınavı geçmen gerekir.” Gene bir seçim durumuyla karşı karşıya kalmıştım. Önce bizden öğrenci olur mu olmaz mı ona karar verip “öğrencileri seç”ecekler daha sonra da seçtikleri öğrencileri “yerleştir”eceklerdi. Sıkı bir elemeden sonra 2. tura çıkmaya hak kazandım: Seçilmiştim ve artık öğrenciydim! Şimdi önümde beni bir yere yerleştirmeleri için yapacakları diğer sınav vardı. Neyse ki yerleşeceğimiz yerleri biz seçiyorduk. 18 tane tercih yapma hakkımız vardı. Sınav oldu bitti ve ben de 18. tercihime girdim. Artık geleceğe umutla bakan bir makine mühendisi adayıydım. Babam gene yapmıştı yapacağını, beni istediği kalıba sokmuştu.

Üniversitede her şey farklı olur diye düşünmüştüm; en azından ortam, daha doğrusu karşı cinsle olan ilişkiler açısından. Hani şöyle daha sosyal bir çevre, kızlı erkekli gruplar falan filan. Gerçi, kazandığım bölümde kız popülasyonunun fazla olmayacağını tahmin edebiliyordum ama olsun diyordum en azından ortak bir kantinimiz olur kantinden çay alırken bir çarpışma ve bu çarpışmanın neticesinde bir kıvılcım doğabilir. Yanlış anlaşılmasın sadece ve sadece sosyalleşme adına bir kıvılcım. Fakat hey hat, kader bana yine gülmemeyi seçiyordu. Okuduğum kampüs sadece iki bölümün öğrencileri içindi: Makine mühendisliği ve inşaat mühendisliği. Sizin anlayacağınız kantinde karşı bir cinsle çarpışma ihtimalim, futbolcu olma ihtimalim kadar azdı. Neyse öyle böyle 3 senem karşı cinsle çarpışabilme umuduyla geçti. Tabii ben bu süre zarfında çok çarpışma yaşadım ve bir çok erkek arkadaş edindim.

Ve ardından kararımı verdim: Son senemde işimi şansa bırakamazdım. Sosyalleşme adına birileriyle çarpışmayı beklemekten fazlasını yapmalı ve artık beni bu asosyal hayattan kurtaracak kahramanı beklemek yerine kendim bir kahramanlık yapmalıydım. Böylece son sınıfta üniversitenin tiyatro kulübüne yazıldım.

Üniversitedeki tiyatro hayatımda, teatral açıdan fazla bir ilerleme kaydedemediysem de sosyalleşme açısından önemli ilerlemeler kat ettim. Gerçi bu durum, sonrasında bana pahalıya patladı, 4 senelik üniversite 5 senede bitti. Ve maalesef son sene fazla dersim olmadığı içinde okula gitme sıklığım azalınca tiyatro kulübünü de bırakmak zorunda kaldım. Geç bulmuş, çabuk kaybetmiş ve bu kayıp da çok erken olmuştu. (Teşekkürler Emrah Serbes)

Okulun uzadığı koca bir sene boş geçemezdi. Sahne tozunu da bir kere yutmuş olmanın verdiği etkiyle gittim Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tiyatro bölümünde eğitim almaya başladım. Bu 2 senelik eğitim dönemimde çok başarılı bir öğrenci oldum. Hatta adı Emre olan hocalarımızdan biri gelip bana dedi ki; “Bak Emre çok başarılı bir öğrencisin sende büyük bir gelecek görüyorum ama senin de ismin Emre benimki de. Bu böyle olmaz bundan sonra senin ismin Yunus Emre olsun”. Ben de bunun üzerine hocama, “Çok teşekkür ederim hocam ama benim babamın ismi de Yunus. Burada ki karışıklığı düzeltelim derken, aile içinde bir faciaya yol açabiliriz. Bu yüzden bari siz isminizi değiştirin de bu karışıklığı ortadan kaldıralım”. Hocam ismini değiştirmeyi reddetti ama bu karışıklığı ortadan kaldırmak için büyük bir fedakarlık yapıp tiyatroyu bıraktı ve gitti Hamburg’a yerleşti. Duyduğuma göre şimdi, Hamburg’a gelen Türkiye’liler için organizasyon çalışmaları yapıyormuş. ( Teşekkürler Doğu Yücel’in arkadaşı )

Her neyse tiyatro okulunda ki iki senelik eğitim dönemim bitince hocalarımız benle bir toplantı yaptılar, “ Emre biz senin burada kalmanı istiyoruz. Bizim senin gibi tiyatroyu bu kadar seven ve bu işe kafa yoran insanlara inanılmaz ihtiyacımız var” dediler. Tabi bu kadar ısrardan sonra ben de onları kıramadım ve mezun olduktan sonra tiyatro okulunda asistan olarak görevime başladım. Ama asist asist bir yere kadardı. Ben de hoca olmak istiyordum, ben de artiz olmak istiyordum. Böylece sanal ortamda fuck-body aramayı bırakıp, bunu reality showa dönüştürmeye karar verdim. ( Teşekkürler Serkan Öz )

Bu isteklerimin hepsi gerçekleşmedi tabi ama zamanla bir hoca kıvamına geldim. Epik tiyatroya dair tüm argümanları, hem yazdığım oyunlarda, hem de yazdığım kızlarda tatbik etmeye başladım. Ve bir gün uygulamalar o kadar işe yaradı ki hem eşim olacak insanı buldum, hem de yazarlar takımı gibi mükemmel bir organizasyonun parçası oldum. (Teşekkürler Bağış Erten )

Çocukluğundan beri futbolcu olmayı isteyen ve oynayacak bir takım arayan bir adam için mükemmel bir fırsattı bu. Şimdi sormak istiyorum, beni alt yapılarına almayan o hocalara: Siz hiç hayatınızda uluslararası bir turnuvada yer aldınız mı? O beğenmediğiniz muhafazakar şortlu sarı kafalı Emre, şimdi süper bir takımla beraber Dünya Yazarlar Liginde. Milli bir futbolcu olamadık ama zaten milli bir futbolcu olmayı istemek bir çocukluk hastalığıymış aslında. ( Teşekkürler bu takımda ki tüm güzel insanlara )

Forza Yazarlar Takımı Forza.