30 Nisan 2010 Cuma

Yarı Finaldeyiz!!

Türkiye Yazarlar-Çizerler Milli Takımı AYAZMA, Almanya'da yapılan turnuvada grupta oynadığı maçlar sonunda yarı finale çıktı. Temennimiz kupayı almadan dönmemeleri yönünde.

Dök bizi sokaklara AYAZMA!!!

13 Nisan 2010 Salı

Ender Özkahraman yazdı...




Değerli arkadaşlar…

Benim yazar takımına kaleci seçilmem tesadüf eseri değil.

Hayatta ortaya çıkan bütün rastlantılar, daha önceden yarım kalan bazı hesapları tamamlamak içindir. Hep bunu bilir, bunu söylerim. Ama sanırım burada daha açıklayıcı olmam lazım, bunun için geçmişe, 1986 yılına dönmem gerek. (o zamanda yine aynı göğün altında, farklı enlem ve boylamlardayız; Serkan 5, Bağış 13 ve Metin Hoca’da 22 yaşındalar)

Ben o zamanlar 17 yaşında, lise sona giden bir öğrenciyim. Hakkari Lisesi’nin futbol takımında kaleci olarak yer almaktayım. Aynı yıl liselerarası yapılan turnuvada Ticaret Lisesi ve İmam Hatip Lisesini dize getirmiş, akabinde de Endüstri Meslek Lisesi’yle final oynamaya hak kazanmışız. Hiç unutmam bir Pazar günü Hakkari Şehir Stadyumu’nda maça çıkışımızı. Tribünde 500’e yakın seyirci toplanmış, aralarında Vali ile Beden Terbiye Bölge Müdürü’nün de yer alması, önlerindeki masada gümüşi bir kupanın bulunması gerilimi nasıl artırıyor anlatamam… Maça değil de sanki bir idam mangasının huzuruna çıkıyorum o anda.

Kale seçimi için havaya atılan demir parayı, kaptanların tokalaşmasını filan ölüm döşeğindeki biri gibi seyrediyorum, neyse sonunda o küçük nohut tanesi hakemin ciğerlerinden gelen rüzgarla düdüğün içinde deviniyor ve çıkan sesle maç başlıyor.

Stadyumun uğultusunu işitmemek, heyecanımı yenmek için nasıl nefes alıp veriyorum bir bilseniz? Ben tam da biraz duruma yabancılaşayım, Yabancı’daki Mersault gibi kuşlara, bulutlara bakayım derken goller birbiri peşisıra geliyor.

Takımdaki arkadaşların bana nasıl baktığını bir görseniz, töreye karşı geldiğimi, maçtan sonra aşiret çocuklarının beni öldüreceğini filan sanırsınız. Bütün bunlar yaşanırken elindeki mikrofonla stadyumun çevresindeki hoparlörlerden bas bas bağırarak maç sunan, yorumlarını herkese duyuran abemizin sözleri de cabası: “Ender’in hatasını affetmeyen Hamdi’nin takım arkadaşlarıyla yaşadığı gol sevincini izliyoruz…”

Aslında onun “Burada kalecinin yapabileceği bir şey yok” dememesi için bariz bir neden de yok ha ortada… Neyse goller nasıl atıldı, nerede durmalıydım, ne oranda hatalıydım; hiç bilmiyorum. Hani derler ya, kaza geçirenler o anı uzun süre hatırlamaz diye; bakın bende halen hatırlamıyorum.

Fakat hatırladığım daha acı verici şeyler var. Evet ilk yarı bittiğinde 2 - 0 mağluptuk ve ben kalede Robinson Cruseo gibi yalnızdım. Birilerinin gelip omzuma dokunmasına, teskin edici birkaç yalan söze o kadar ihtiyacım vardı ki… Neyse, ‘Bu sözlerden burada bulunmaz, burası mahrumiyet bölgesidir’ diye ben kendimi teselli ederken, bir de ne göreyim; benim haricimde bizim takımdaki herkes orta sahada bir araya gelmiş foto muhabirlerine poz veriyor. Kalede öylece durmuşum, ne gelen var ne giden; uzaktan onları izliyorum. 10 kişilik takımın yarısı ayakta, yarısı çömelmiş halde objektiflere gülümsüyor. Neyse ben başımı önüme eğip kenardan yürüyerek soyunma odasına gittim ve tek başıma onları bekledim. İçimde o an cereyan eden hisleri nasıl anlatsam bilemiyorum. Bunun için Freud ile Dostoyevski’yi çağırmam, ellerine birer fener vererek ruhumun karanlık dehlizlerinde dolaşmalarına izin vermem gerek. Lakin bu izni kendim alamamışken, bu nasıl olacak; onu da bilmiyorum ki? Ben bunları düşünerek, ruhu pestil halini almış bir halde onları beklerken hoca yanıma geldi ve ‘hadi’ dedi, ‘daha neyi bekliyorsun, maç başlıyor!’

Narkozun etkisinden kurtulan biri gibi başımı kaldırıp baktım.“İkinci kaleci rıza göstermedi anlaşılan, kaleyi devralmaya cesaret edemeyip parmağındaki çatlağı öne sürdü demek” diye düşünüyordum o sırada öteki kaleye doğru koşarken…

Evet arkadaşlar, ikinci devre bambaşka bir takım vardı sahada sanki. Herkes görevini çok iyi yapıyordu. Aut olacağına adım gibi inandığım şutlara bile atlıyor, diz ve dirseklerimde açılan yaraların verdiği acıya aldırmadan karambollere ölümüne dalıyordum. Elimle öyle toplar çıkarttım ki, bazen bu benim değil, Tanrı’nın eli dediğim pozisyonlar bile oldu, Tanrı sadece Maradona’nın civarında dolaşmıyordu demek, bazen bizim oralara da geliyordu.

Takımdaki herkes görevini iyi yapınca rakipte tutukluk oldu ve biz ikinci devre 3 gol birden atarak galip geldik. O maçın bittiği anı ölünceye değin hatırlayacağıma, eğer ölüm anında hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi akarsa, bu anın en uzun sahne olacağına adım gibi eminim. Bitiş düdüğü öttüğünde ben yine birinci devrenin bitimindeki o fakir ama onurlu kalecinin abus ifadesini takındım ve kalabalığın kenarından dolaşarak soyunma odasının yolunu tuttum, ama bu sefer hücuma geçmiş bir ragbi oyuncusu gibiydim, kutlamak için önüme çıkanı, beni öpmeye geleni itmeden, omzumla kendime yol açmadan ilerleyemiyordum. Takım arkadaşlarımın seslenişlerini duymazdan gelerek sahadan tam çıkmak üzereydim ki hoca, ‘nereye’ diyerek koluma yapıştı ve beni çekiştirmeye başladı. Kupa töreni yapılacaktı, sonra sahada tur atacaktık, sonra Temel Eğitim Yatılı Bölge Okulu’nun kafeteryasında kutlama yapacaktık, sonra falan filan işte.

Bunları bilmeme rağmen hızlı bir refleksle hocanın kollarından kurtuldum ve herkesin şaşkın bakışları arasında soyunma odasına gittim. Orada tıpkı ilk yarıda olduğu gibi tek başınaydım. Üstümü değiştirirken hırsımdan alev alev yanıyordum. Sakin olmaya çalışarak arka kapıdan çıktım. Gözden ırak bir yoldan mahallemize doğru yürürken derin derin nefes almasam gururumdan boğulacaktım neredeyse…

Neyse, maçın sonu iyi bitse bile sonuçta bir takım arasında, kaleci formasıyla şöyle afili bir poz vermek kısmet olmamıştı bana. Lisedeki o müsabakadan sonra bir daha öylesine resmi, nizami ve heyecanlı bir maça daha çıkmadım zaten.

Bunun için tam 23 yıl beklemem gerekiyormuş meğer.

2009 yılının Temmuz ayıydı yanlış hatırlamıyorsam. Evdeydim. Telefon çaldı, açtım. Karşıdaki ses “Ben Bağış” dedi. Birbirimize n’aber, görüşemiyoruz, yazar, çizer, sanatçı, milli takım, Almanya, kaleci, olur musun, ciddi misin, vallahi, ama, boşver, tamam ve benzeri şeyler dedikten sonra Fulya’daki BJK Tesisleri’nde görüşmek üzere sözleştik… Sonrası malum, artık içimdeki ukdeyi St. Pauli Stadyumu’nda, sizle aynı fotoğraf karesinde yer alarak çözmüş durumdayım.

Lakin şimdi de diyorum ki, acaba resim çektirirken beni kaleye tecrit edip çağırmasa mıydınız aranıza? Ha, o ukde çözülmeden içimde büyüyerek kalsa daha mı hırslı olurdum acaba?

Emre Cingöz yazdı...

EMRE CİNGÖZ’ÜN GARİP HİKAYESİ

“Yalnız ve güzel ülkem”izde bir çocuk doğduğu zaman ona ilk söylenen sözlerden biri “Her Türk asker doğar”dır. Bu söz nerdeyse yaşamımızın sonuna kadar, çok çeşitli minvalde, sürekli karşımıza çıkar. Bu bizim için o kadar kutsal bir düsturdur ki her kutsal ve olağan kabulümüzde yaptığımız gibi, neden asker doğduğumuzu sorgulamak da aklımızın ucundan geçmez. Çünkü öyle doğmuşuzdur ve böylece doğar doğmaz ebedi mesaimiz başlamış olur.

Ben yazarlar takımına, tiyatro yazarlığı sayesinde girdim ve hayatımdaki ilk tiyatro oyunu da 5 yaşındaki küçük bir askeri canlandırıp şarkı söylediğim piyesti. Mesai benim içinde erken başlamıştı ve bayağı da sürecek gibiydi çünkü bu mesaiden emekli olmak imkansızdı. Mezarda emeklilik bu olsa gerekti.

Benim ise o yıllarda istediğim tek bir şey vardı.: Futbolcu olmak. Hem, futbolcu olunca gollerimi atıp ardından da seyircilere asker selamı verirsem asli görevim olan askerliği de yerine getirmiş olurdum. O kadar şartlamıştım ki kendimi futbolcu olmaya, akşam yatmadan önce tüm dualarımı futbolcu olmak üzerine ediyor, milli takım formasını geçirip, o şanlı takımda oynayabileceğim günleri hayal ediyor, sonra da aynanın karşısında, gür bir sesle İstiklal Marşı’nı söylerken nasıl göründüğüme bakıyordum. Bu marş söyleme meselesi çok önemliydi. O esnada hem teknik ve karizmatik görünmeli, hem de Alpay Özalan misali terinin veya -ne biliyim, milli kimliğimizin olmazsa olmazı- kanının son damlasına kadar sahada savaşacak bir futbolcu görüntüsü vermeliydim.

Bana bu formayı, Türk sağının bir halinden hallice olan, milliyetçi dayım almıştı ve şöyle demişti, “ Tamam Emre Fenerbahçeli olabilirsin ama önce milli takımı tutmalısın çünkü en büyük ne Fenerbahçe’dir ne de Galatasaray, en büyük Türkiye’dir. Bunu sakın unutma”. Bunu duyan Türk sağının diğer temsilcilerinden İslamcı dedem, dayıma doğru bağırarak “Ne diyorsun ula Oktay? Çocuğu bu yaşta Allahsız mı yapacan? En büyük Allah olum, en büyük Allah. Sen uyma dayına” diyerek dayıma İslami bir balans ayarı yapıyordu. E hep onlara yapılacak değildi ya. (Teşekkürler Tanıl Bora)

Türk-İslam senteziyle tanışmam pek de geç olmamıştı ve bu tanışma, muhafazakar diz altı şortumla beraber mahalle aralarında futbolla kaynaşmama sebep olmuştu. Futbolla buluşup kaynaştıktan sonra birbirimize çok alıştık. Günde en az 3 kere ona koşuyor, onla yatıp, onla kalkıyordum. Tabi bu durum derslerime etki etmeye başlayınca, eski solcu, yeni orducu, laik, çağdaş ve Kemalist babam mesleğinin de verdiği sorumlulukla, (kendisi Milli Eğitim Müfettişlerinden, Hüseyin Şevki Topuz’un görev arkadaşı idi) beni futbol sevdasından vazgeçirmek için birçok eylemde bulundu. Cezalar, yaptırımlar, farklı spor kurslarına üyelikler ve hatta pedagoglar v.s. v.s. Fakat bu eylemler bir türlü amacına ulaşmadı. Çünkü ben bu oyunu seviyordum ve Ferhat gibi dağları delmeye hazırdım.

Babam bendeki azmi görünce pes etti desem de, inanmayın, bu sefer farklı bir taktik geliştirmeye başladı. “Olum senden futbolcu filan olmaz. Sen sürekli maç yapıyorsun. Futbolcu adam önce antrenman yapmalı. Biz de zamanında top oynadık ama biz önce antrenmanımızı yapar, sonra, zaman kalırsa maçımızı oynardık. Yok yok sen vazgeç bu sevdadan. Kafan çalışıyor. Sendeki IQ bende olsa kesin mühendis olurdum” diyerek bebekken çıkarttığı gazımı yerine koymaya çalışıyordu.

Tabi ben yemedim bu ara gazları ve babama dedim ki, “Ben yetenekliyim baba. Benim antrenmana filan ihtiyacım yok. Hem senin dediğin yolla futbolcu olunsaydı ben şimdi kesin büyük bir takımın altyapısında oynuyor olurdum. diğer futbolcuların oğulları gibi” (Sözüm meclisten dışarı HakkıJ)

Aslında bu itham, biz seçilemeyenler için bir teselliydi. Birçok takımın seçmelerine gitmeme rağmen bir türlü başarılı olamadığımda diğer seçilemeyenlerle beraber oturup şöyle konuşuyorduk, “ Ulan gördün mü be adam kazmanın teki onu seçtiler. Niye??? Çünkü, babası eskiden Fener’de top oynamış. Seçilenlerin hepsi torpilli abi. Mesela sen en az benim kadar yeteneklisin. Anlarım abi, ben futboldan, top ayağına yakışıyor. Seni almıyorlar, beni almıyorlar elalemin torpilli piçlerini baş tacı ediyorlar. Sonra da yok efendim ülke futbolu niye gelişmiyor, önümüze gelenden neden sekiz yiyoruz. Yok efendim yenilmişiz ama ezilmemişiz de Almanlar yenildiği için bizde yenik sayılmışız falan filan. Ulan inanmazsın geçenlerde çok acayip bir rüya gördüm. Rüyamda bu ülke futbolu nasıl gelişir, nasıl düzelir diye düşünürken, bir ermiş dede geldi elinde asasıyla. Yalnız bu dede diğer dedelerden biraz farklıydı, sakalları beyaz değil de hafif kırmızımtıraktı. Neyse bana dedi ki “ Ey oğul futbolda devrim yapmak istiyorsanız buna alttan başlamalısınız. Çünkü doğru bir devrim alttan olur”

“Vay be! İşte ya, bizim altyapımız ne ki futbolumuz ne olsun? Dede bile koymuş teşhisi. Gerçi bakma, biz ülkemize laf ediyoruz ama bu dışarıda da böyle abi. Bak Johan Cryuuf’a, oğlu Jordi’yi nasılda koydu Barcelona’ya. Şanssızız biz abi, şanssız, doğuştan şanssız.” diyerek kendimizi avutmaya çalışıyorduk.

Bu hiçbir futbol takımına seçilememe durumu bende derin izler bırakmaya başlamıştı. Hayatımda yapmak istediğim tek iş futbolcu olmaktı ve onu olmayı da beceremiyordum. Artık yavaş yavaş bu sevdadan vazgeçmeliyim dedim kendi kendime ve bıraktım kendimi babamın şefkatli ellerine. O da beni elimden tuttuğu gibi götürdü ÖSYM’ye.

ÖSYM’ye başvurduk başvurmasına da, onların bu başvuruya yanıtı benim başvurum kadar kibar olmadı, “Hoopp delikanlı burası Ringo’nun ahırımı? Buraya girmek istiyorsan önce birkaç sınavı geçmen gerekir.” Gene bir seçim durumuyla karşı karşıya kalmıştım. Önce bizden öğrenci olur mu olmaz mı ona karar verip “öğrencileri seç”ecekler daha sonra da seçtikleri öğrencileri “yerleştir”eceklerdi. Sıkı bir elemeden sonra 2. tura çıkmaya hak kazandım: Seçilmiştim ve artık öğrenciydim! Şimdi önümde beni bir yere yerleştirmeleri için yapacakları diğer sınav vardı. Neyse ki yerleşeceğimiz yerleri biz seçiyorduk. 18 tane tercih yapma hakkımız vardı. Sınav oldu bitti ve ben de 18. tercihime girdim. Artık geleceğe umutla bakan bir makine mühendisi adayıydım. Babam gene yapmıştı yapacağını, beni istediği kalıba sokmuştu.

Üniversitede her şey farklı olur diye düşünmüştüm; en azından ortam, daha doğrusu karşı cinsle olan ilişkiler açısından. Hani şöyle daha sosyal bir çevre, kızlı erkekli gruplar falan filan. Gerçi, kazandığım bölümde kız popülasyonunun fazla olmayacağını tahmin edebiliyordum ama olsun diyordum en azından ortak bir kantinimiz olur kantinden çay alırken bir çarpışma ve bu çarpışmanın neticesinde bir kıvılcım doğabilir. Yanlış anlaşılmasın sadece ve sadece sosyalleşme adına bir kıvılcım. Fakat hey hat, kader bana yine gülmemeyi seçiyordu. Okuduğum kampüs sadece iki bölümün öğrencileri içindi: Makine mühendisliği ve inşaat mühendisliği. Sizin anlayacağınız kantinde karşı bir cinsle çarpışma ihtimalim, futbolcu olma ihtimalim kadar azdı. Neyse öyle böyle 3 senem karşı cinsle çarpışabilme umuduyla geçti. Tabii ben bu süre zarfında çok çarpışma yaşadım ve bir çok erkek arkadaş edindim.

Ve ardından kararımı verdim: Son senemde işimi şansa bırakamazdım. Sosyalleşme adına birileriyle çarpışmayı beklemekten fazlasını yapmalı ve artık beni bu asosyal hayattan kurtaracak kahramanı beklemek yerine kendim bir kahramanlık yapmalıydım. Böylece son sınıfta üniversitenin tiyatro kulübüne yazıldım.

Üniversitedeki tiyatro hayatımda, teatral açıdan fazla bir ilerleme kaydedemediysem de sosyalleşme açısından önemli ilerlemeler kat ettim. Gerçi bu durum, sonrasında bana pahalıya patladı, 4 senelik üniversite 5 senede bitti. Ve maalesef son sene fazla dersim olmadığı içinde okula gitme sıklığım azalınca tiyatro kulübünü de bırakmak zorunda kaldım. Geç bulmuş, çabuk kaybetmiş ve bu kayıp da çok erken olmuştu. (Teşekkürler Emrah Serbes)

Okulun uzadığı koca bir sene boş geçemezdi. Sahne tozunu da bir kere yutmuş olmanın verdiği etkiyle gittim Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tiyatro bölümünde eğitim almaya başladım. Bu 2 senelik eğitim dönemimde çok başarılı bir öğrenci oldum. Hatta adı Emre olan hocalarımızdan biri gelip bana dedi ki; “Bak Emre çok başarılı bir öğrencisin sende büyük bir gelecek görüyorum ama senin de ismin Emre benimki de. Bu böyle olmaz bundan sonra senin ismin Yunus Emre olsun”. Ben de bunun üzerine hocama, “Çok teşekkür ederim hocam ama benim babamın ismi de Yunus. Burada ki karışıklığı düzeltelim derken, aile içinde bir faciaya yol açabiliriz. Bu yüzden bari siz isminizi değiştirin de bu karışıklığı ortadan kaldıralım”. Hocam ismini değiştirmeyi reddetti ama bu karışıklığı ortadan kaldırmak için büyük bir fedakarlık yapıp tiyatroyu bıraktı ve gitti Hamburg’a yerleşti. Duyduğuma göre şimdi, Hamburg’a gelen Türkiye’liler için organizasyon çalışmaları yapıyormuş. ( Teşekkürler Doğu Yücel’in arkadaşı )

Her neyse tiyatro okulunda ki iki senelik eğitim dönemim bitince hocalarımız benle bir toplantı yaptılar, “ Emre biz senin burada kalmanı istiyoruz. Bizim senin gibi tiyatroyu bu kadar seven ve bu işe kafa yoran insanlara inanılmaz ihtiyacımız var” dediler. Tabi bu kadar ısrardan sonra ben de onları kıramadım ve mezun olduktan sonra tiyatro okulunda asistan olarak görevime başladım. Ama asist asist bir yere kadardı. Ben de hoca olmak istiyordum, ben de artiz olmak istiyordum. Böylece sanal ortamda fuck-body aramayı bırakıp, bunu reality showa dönüştürmeye karar verdim. ( Teşekkürler Serkan Öz )

Bu isteklerimin hepsi gerçekleşmedi tabi ama zamanla bir hoca kıvamına geldim. Epik tiyatroya dair tüm argümanları, hem yazdığım oyunlarda, hem de yazdığım kızlarda tatbik etmeye başladım. Ve bir gün uygulamalar o kadar işe yaradı ki hem eşim olacak insanı buldum, hem de yazarlar takımı gibi mükemmel bir organizasyonun parçası oldum. (Teşekkürler Bağış Erten )

Çocukluğundan beri futbolcu olmayı isteyen ve oynayacak bir takım arayan bir adam için mükemmel bir fırsattı bu. Şimdi sormak istiyorum, beni alt yapılarına almayan o hocalara: Siz hiç hayatınızda uluslararası bir turnuvada yer aldınız mı? O beğenmediğiniz muhafazakar şortlu sarı kafalı Emre, şimdi süper bir takımla beraber Dünya Yazarlar Liginde. Milli bir futbolcu olamadık ama zaten milli bir futbolcu olmayı istemek bir çocukluk hastalığıymış aslında. ( Teşekkürler bu takımda ki tüm güzel insanlara )

Forza Yazarlar Takımı Forza.


12 Nisan 2010 Pazartesi

Maç Yazısı 2

CÜRÜM DEĞİL AMA KABAHAT


08.04.2010



Avukatlar Takımı maçıyla Dünya Kupası hazırlıklarına devam eden Yazar Takımı vurayım derken öldürdü. Kaptan Bağış maçtan iki gün önce “bu kez rakip biraz kofti beyler” demiş ama bunun sahada farklı dizilişler denemek adına bir fırsat olacağını belirtmişti. “Yakaladım mı atarım”dan ödün vermeyen takım, tarihinde ilk kez çift haneli sayılara ulaştı.

Skor; 13-2’ydi.



Topu biz getirdik, biz oynarız


Maçın her iki yarısında da üstün oynayan takım ara ara iyi pas serileri ortaya koyarken, paslaşmaktan sıkılmadı da değil. Rakibin bir stoperini ceza sahasında emniyet sibobu olarak bırakmasıyla ataklarını ‘ofsaytsız’ gerçekletiren takım, çoğu zaman pas yerine golü tercih ederek bu skoru yakaladı.



“Hepsini burda atmayalım, Almanya’ya da saklayalım”


Maçın ardından soyunma odasında kısa süreli gerginlik yaşandı. Kaptan Bağış, iyi oyununu 3 golle süsleyen Hüseyin’e sitemini “Ağbicim bulduğunuzu attınız, Almanya’ya ne kaldı? Ben size atmayın demiyorum, hobi olarak yine atın” şeklinde dile getirdi. Hüseyin ve takım arkadaşları ise sessizliğini rakip takımın getirdiği kuru pastalara yumularak korudu.



Maçın adamı


Doğu Yücel... Her maç varını yoğunu ortaya koyduğu Yazar Takımı adına ilk golünü kaydeden Doğu, yaptırdığı penaltının ardından “yaptıran atar beyler” diyerek topun başına geldi ve şık bir vuruşla golünü yaptı. Saha kenarına geldiğinde Alpay ve bisikletine golünü anlatan Doğu “Gördünüz mü beyler golümü, ne vurdum ama?” dedi. Hakan Yel ise o sırada başladığı düz koşulara son sürat devam ediyordu.



Goller;


İlk yarı; Baran, Cansel, Emre, Doğu, Hüseyin

İkinci yarı; üç Hüseyin, iki Cansel, Serkan, Hakkı, Mustafa Kemal



Ya maç devam etseydi;


61'-- Ender birebir pozisyonda rakibini düşürmeyip topu başarılı bir şekilde aldı.

65'-- Ender yaptığı hareketten dolayı beşinci kırmızı kartını gördü.

68'-- Hakkı mağdurları arasına yeni bir direk daha kattı.

69,5'-- Hüseyin bir gol daha attı.

70'-- Pozisyonunu kaybeden Cansel işi abartarak rakip takımın forveti olarak oynamaya başladı.

73'-- Dök bizi sokaklara Hüseyin!

80'-- Cansel, "Şu maçta her mevkiyi gördüm" diyerek defansın soluna döndü ve bir daha hiç ileri çıkmadı.

82'-- Alpay oyuna girdi, kimseye güvenemediği için bisikletini de yanına aldı. Rakip takımın sahaya çivi atması gözden kaçmadı.



Maçtan notlar:


-Doğu'nun penaltısı Panenka'yı bile kıskandırır. Doğu, "Bu takımın penaltıcısı benim, on bir metre benden sorulur" dedi.


-Maçın para atışıyla başlamamasını Lidyalılar çok içerlemiş, tekzip yollamışlar. Bir sonraki maçtan önce okunacak.


-Taktiksel değişikliğin dibine vuruldu ve o dipten bir daha çıkılmadı. Rakibin ilk golü takımda panik havası yarattı saha içinde üç mevki değişti.


- Baran defansa geçti serkan ileride oynamaya başladı. Cansel sağa geçti, Emre ortada oynadı. Ayaklar baş oldu ama kıyamet kopmadı. Takım ikinci yarı sekiz gol daha attı.


-İlk yarı beklerin hücuma çıkması takıma iki gol kazandırdı. Total futbolun kulakları çınladı, Almanlar nerede yanlış yaptıklarını sorguladı. Bayern Münihliler ise hiç oralı olmadı.


-İkinci yarı ise takımın gol açlığı ön plana çıkarken top kapanın elinde kaldı. "Pass is the root, goal is fruit" sözü unutuldu.



Maç Yazısı 1


GERİ DÖNÜŞ BİZİM İŞİMİZ

05.04.2010

Yazarlar Takımı, baharın “kısakolluları sandıktan çıkartalım” dedirttiği bir akşamda Beşiktaş Fulya Tesisleri’nde kolacılarla oynadı. 2-2 biten maçı, muhabirlerimiz Mustafa ve Alican sizler için mercek altına aldı.


Takımda rehavet havası

Takım kurulduğundan bu yana; maç öncesi içilen sigaraların, yenen dürümlerin, sahaya ısınmadan çıkmaların, yani profesyonelliğe yakışmayan ne kadar hareket varsa hepsinin temsillerini bir bir sunan yazarlar takımı yine alışkanlıklarından vazgeçmedi. Bir süredir sahalardan uzak olan ve kulislerde tedavisine Almanya’da devam edeceği konuşulan Harun’u da yanına alan Metin Hoca da geç gelen adalet gibi ısınmaya merhem olamadı. 15 dakikayı geçmeyen, yarısı da dalgayla geçen ısınma turunun sakatlıkların habercisi olmasından endişe ediliyor.


Turuncu vs Mor

Karşılaşma kolacıların sahadaki yerini bir türlü alamaması yüzünden gecikmeli başladı. Bu durum bir saat futbola asla doymayacakmış gibi duran Cansel Elçin’i daha maçın başından gerdi. Kolacılar sahanın Fulya bayırına bakan yarısında mor yelekleri yer alıyor, yazarlar takımı ise turuncu yeleklerinin asaleti ile Turan Abi’ye bakan yarı sahada mücadele ediyordu. Turan Abi demişken; o da önümüzdeki 60 dakika boyunca, oval ofisinde açtığı ufak rakıyla bire bir oynayacaktı.


Harun’dan destek ve kulis

Sakat da olsa takımını yalnız bırakmayan, yenik duruma düşen takımını görünce gözleri buğulanan, “Bugün takım galbiyete inanmamış, ah be sakat olmayaydım şimdiye 3 tane sallamıştım bile” diyerek hocasına “benim tsirtüm bu takımda banko oynar” mesajını veren Harun Tekin’in tribündeki desteği maç boyunca sürdü. Fakat neden Metin Hoca’ya sürekli “hocam ben bu takımda banko oynarım” dediği anlaşılamadı. Akıllara bir an Yılmaz Erdoğan’ın takıma teşrifi konusu geldi.


Kaptanın ‘edeleli ficudu’, pardon ayakları

Baran’ın kısa süreli veryansın efektli sakatlığı üzerine Metin Hoca kaptan Bağış’ı oyuna aldı.

Oyunda sürede kenardan kaptanın adalelerine yoğun ilgi gösterilmesi, “tam topçu bacağı mübarek” denmesine Metin Hoca içerledi. Kumaş pantolonun paçasından sıyrılarak gösterilen “Siz topçu bacağı görmemişsiniz çocuklar, topçu bacağı bak böyle olur, Bağış da kimmiş?” cümlesi hoş bir sada oldu mu? Emin değiliz.


Sağ açığa neşter vurma zamanı

Devre düdüğü çaldığında takım 1-2 mağluptu. Alpay kenara gelmiş Bağış girmişti. Zaten kaptan sürekli sonradan oyuna giriyordu: Ahmet Kaya’dan dnliyoruz: “Hep sonradan gelir aklım başıma.” İlk yarıyı tek cümleyle özetlememiz gerekirse, her hangi bir yazar takımı maçında Evlendirme Dairesi’nin oradan maça kulak veren bir vatandaşın bile onlarca kez duyabileceği cümleyi seçmekten başka şansımız kalmıyor; “Bravo be Ender!” Ender’in sırrı ise sonradan ortaya çıktı. Devre arasında kolacıların getirdiği powerade’lere yumulan Ender asıl bombayı patlattı: “Bu akşam iki tane içtim bunlardan şiştim, açlık maçlık kalmadı. Tıkadı vallahi. Bi dahaki maça ekmek de getirip banıcam, bir öğünümü kurtarır.”


“Hangimiz yazmıyoruz ki?”

Farkın bire inmesiyle panikleyen kolacılarda sinirler geriliyor ve takımlarındaki bloklar arası kopukluk uçtan uca bağrışlarla gideriliyordu. O dakikalarda yaşanan bir elleme oynama pozisyonunda rakip stoperle kaptan Bağış arasında geçen diyalog ise Türk spor medyasının ne kadar geniş bir mecra olduğunu bizlere ispatlıyordu. Pozisyonun ardından belirttiği görüşünü “ben spor yazarıyım” diyerek sağlam temele oturtan kaptan, “ben de yazıyorum” cevabını alıyordu. Bu yazarlık anlaşmazlığına “Hangimiz yazmıyoruz ki?” diyerek son noktayı koyduk. Nitekim çok geçmeden Baran’ın golüyle beraberlik geldi ve “birlik ve beraberliğe ne kadar ihtiyacımız olduğu” ortaya çıktı. Futbolun sırrının Coca-Cola'nın sırrına benzemediğini rakiplerine gösteren yazarlar takımı Coca-cola takımının da gazını kaçırdı.

Dünkü maçta oynanan oyun kadar itirazlar akılda kaldı. Coca-Cola takımının ofsayt kural olarak itiraz etmesi, yetinmeyip yan hakemi de 7 ceddine yetecek kadar colayla kandırmaya girişmesi gözden kaçmadı. Bu sırada zırt pırt ofsayt çalan yan hakeme Harun Tekin'in güvence vermesi hoştu: “Hoca sen çal, penaltı gibi penaltı olsun, gördüğünü çalıcaksın argadaş. İtiraz edeni evinden aldırırız.”

Ne de olsa dünkü Sarı Krampon’un da dediği gibi; Futbol, her durumda Almanlar kazansa da, 11 kişinin bir saniye bile susmadan oynadığı bir oyundur.


Maç sonrası demeçler:

Metin Hoca: Söyleyecek fazla söz yok, takım bugün galibiyete inanmadı, akıllar iki kasa koladaydı. Perşembe günü hepsini sahada çakı gibi görücem. Yönetime sesleniyorum; bu kadroyla bu kadar oluyor, ne kadar ekmek o kadar köfte. Almanya’da umarım Tanrı bizim yanımızda olur. He bu arada, Barcelona’yı babam da şampiyon yapar, Guardiola gelsin yazarlar takımını şampiyon yapsın.

Kaptan Bağış: Biz çaya attığımız şekere dahi dikkat edelim, iki porsiyon iskender’i bire indirelim (etibol), adam gitsin 15 günde nutella göbeği yapsın. Böyle olmaz. Gitsin Sergen’le Galata’da bira içsin artık o arkadaş. Euro 2008 Türkiye ruhunu bu göbeklerle mi bulucaz?

Emre: Geçen akşam Barcelona’yı seyrettim, adamlar ne top oynuyor arkadaş, şiir gibi. Onların oynadığı futbolsa, bizimkisi panayırda marlborosuna penaltı atmaca. Bir nefes versene.

Hakkı: İstediğim topları alamadım, emanet şortla bu kadar oluyor.

Ender: Bayağı top geliyor iyi oluyor, verdiğim paranın karşılığını fazlasıyla alıyorum.

Baran: Siz basın mensubusunuz her şeyden haberiniz vardır, bildiğiniz nefesi kuvvetli iyi hacı hoca var mı? Bileğim döndü de…

Alpay: Nutella ve birayı kesiyorum, yarından itibaren rejime başladım, bu şarkı burada bitmez

6 Nisan 2010 Salı

Serkan Öz yazdı...


Göbeği kapatmak...

Ben de bir iki kelam etmek isterim yazartakımı hakkında:

Hayata çalım atamamış biri olarak bendeniz çalım atmaya pek bir meraklıyımdır.

Ne zaman futbol topunu görsem çocukların elinden alır bir iki yumurcağı geçerdim mahallelinin büyük -uzun- abisi olarak.

Çok da halı saha tecrübem olmadı, sokaklarda teneke peşinde ya da plastik topla ilerledi maceram. Sonra bir gün bir mail, Klaus Kinski abimiz bahsetti Alman yazarlar takımından, halı sahada değil; 11’e 11 tam saha...Destur... Ardından Bağış'la yazıştık o da ben de bakınıcaktık yazar çizer takımı kurma yolunda.

Ben, Can'ı çağırıp (Öz soyadıyla) Kardeş Türküler nameleri söylemenin dışında kimseyi bulamadım takıma, fakat Bağış'ın üstün özverisi ile takımı kurduk.

Daha 3 vakit geçmemişti ki, Metin adında bir adam çıktı ''Dünyanın tüm çiçeklerini getirin bana!'' tadında, gerçek bir baş öğretmen ve dedi ki “Sen stoper, defans göbekte oynayacaksın.”. Aman hocam nasıl olur?

Oldu.

Feodal bir aileden geldiğim için göbek kapatma olayına yatkındım; babamızın yanında ayak uzatamaz ya da göbeği açık duramazdık.

Babam uyarır “Kapa şu göbeğini!” der biterdi anında sıcak Bursa gecelerinde gözeneklerimizin soluk alıp vermesi. 190 santime 60 okka gelen biri olarak göbeğimde olmadı asla ve kat'a ama neyse.(1 okka = 1.27 kilo)

Sonra Metin Hoca'nın da aslında babam kadar sevdiğim ve saydığım biri olduğunu ve doğru söylediğini fark ettim.

Takımın en önemli yeri göbeği... En mahrem yeri... Haz noktası... Klitorisi... Düşman oradan vurmamalı...

O kadar doğru söylüyordu ki... Biri kapatmalı defansın göbeğini... Oynamasını bilirsen hazdan bayılır, takımdakileri ayıltır, farkı açarsın...

Sonra ÖZ Kardeşler olarak oynamaya başladık göbek kapatma adına...

Almanya haricinde başarılı da olduk. -Almanya gecelerini yalnızlar rıhtımındaki Hayko'nun türkülerini saymazsak tabi.-

Ama korkmuyor değil insan, şimdi İran Şahı Amir'in tabiri ile 5 atmak kolay elin veteran takımlarına; Almanlara karşı ne yapacağız bakalım orada...

Enderimiz'in rüyaları meşhurdur herkes bilir, maçların ilk 20 dakikası ile ilgili anlattıklarını, ben de korkarken, görürken kara kara rüyalar, Emre Cingözlük edip yardıma koşmaya başladı ama o ne koşmak gözleri kısık resmen bir şahin,nefes alışıysa bir tay adeta, maçtan önce cigarası elinde, işini bilen bir yiğiddd...

Yiğidimin yoğurt yiyişi de farklı elinde cigara.

Hoca bile bir şey demiyor cigarasına çünkü alıp eline sazı kapatıyor benim, Can'ın, kendi göbeğinin, takımımızın açıklarını.

Emre'yi bu kadar sevmem bundan, ona olan aşkım takımımızın en mahrem yerini kapatmasından, yoksa ne bende ne Emre'de söylentilerin aksine yumuşatıcı kullanmamış kimse yıkarken doğum sonrasında ve bittabi akabinde.

Konu dağılmadan toparlayayım...

Bu takım için biz birbirmize sevdalandık; kavga da ederiz, aşk şarabından da içeriz. Forza Yazar takımı forza...

5 Nisan 2010 Pazartesi

YAZAR TAKIMINDA ŞOK GELİŞMELER

***** TUNA KİREMİTÇİ'DEN ŞOK İDDİA: Kürt Açılımı dediler, takımdan kestiler.  AYRINTILAR  PEK YAKINDA…

 

**** HAYKO BIRAKTI MI, SALLADI MI: Hayko’nun mazeretsiz Afrika’dan dönmemesi yine tartışma yarattı. Çekimim var diye yine sahaya çıkmayan Hayko’ya ceza gelebilir. Hayko ise iddiaları reddediyor: “Hamburg’da bu takıma neler verdiğimi herkes gördü.” HAYKO’NUN HAMBURG FOTOLARI İÇİN LÜTFEN 18’DEN BÜYÜK OLDUĞUNUZU BEYAN EDİNİZ.

 

****HARUN DÜZ KOŞULARA BAŞLIYOR: Kulüp Doktoru Harun Tekin’i Bayern Münih’in doktoru Wohlfart’a gönderdi. Harun kaç hafta daha yok?  GELİŞMELERLE KARŞINIZDA OLUCAZ…

 

**** SAKATLIKLAR CAN SIKTI: Üst üste gelen sakatlıklardan sonra gözler fizyoterapist Turan Abi’de. Turan Abi iddiaları reddediyor: Özel hayatına dikkat etmeyen bana adalem çekiyor demesin. TOPLU MR RAPORU İÇİN TIKLAYINIZ.

 

**** FLAŞ FLAŞ FLAŞ Maçtan önce fosur fosur sigara içen Emre’den savunma geldi: "Dudak tiryakisiyim. İçime çekmiyorum. İnanmayan Bolulu Faruk’a sorsun." EMRE'NİN AKCİĞER FİLMİ İÇİN TIKLAYINIZ.

 

**** KOMİSYON DOĞU'DAN YÜKSELİR: Son bir ayda takıma üç transfer getiren Doğu Yücel’in komisyon aldığından şüphe ediliyor. DOĞU'NUN HESAP DEFTERİ İÇİN TIKLAYINIZ.

 

**** GALERİ: Serkan Öz’ün Almanya’ya giderken saçını tarayacağı iddiası kulislerde konuşuluyor. Serkan’ın yeni saç şekilleri için GALERİYE TIKLAYINIZ...

 

**** BEN GECELERİN KRALIYIM: Sakatım diyen Alpay Erdem, sahnelerden inmiyor. Alpay’ın yayınlanmamış çok özel görüntüleri  için "GET UP STAND UP, DONT GİVE UP THE FIGHT"

3 Nisan 2010 Cumartesi

BAŞLAMA VURUŞU

Müzisyenlerin, yazarların, yönetmenlerin ve çizerlerin oluşturduğu Yazar Takımı'nın blog'una hoş geldiniz.

Bu adamlar neden, nasıl, ne zaman bir araya geldi de bu acayip takımı oluşturdu? Her hafta kimle oynuyorlar, cüceler ligi bir şehir efsanesi mi, Alman yazarlara St.Pauli'nin stadında 7-1 yenildikleri halde Almanya'ya neden geri dönüyorlar, yazarlar dünya kupası da ne, yeni transferleri kimler, dakika skor? gibi sorular burada yanıt buluyor.

Ama öncelikle topçularımızın takıma giriş hikayelerine yer verelim... Top Doğu'da...

Yazarlar Takımı’na Giriş Hikayem - Doğu Yücel (Sağbek)



Bunu daha önce hiç anlatmadım, yani Yazarlar Takımı’na giriş hikayemi. Bir tek annem biliyor, bir de ben. Ne kadar ilginç bir deneyim olabilir ki bu? Ama öyleydi, ilginç olduğu kadar da tuhaftı.

2009 yazı. Yıllık iznimin bir kısmını Çeşme’de kullanıyorum. Amacım yıllardır bitiremediğim ikinci romanımı bitirmek. Romanın adı “Varolmayan”. Hikayesi kabaca yazdığımız şeylerin bazen gerçekleşiyor oluşunun ardındaki gizemden yola çıkıyor. Genç bir iş adamı var. Bir gün, merhum babasından kalan antik bir kalemle bir hikaye yazıyor ve ertesi gün gazeteyi açtığında yazdığı hikayeyle birebir örtüşen bir haber okuyor. Daha sonra yazdığı diğer hikayeler de gerçekleşiyor!

Çıkış noktam buydu. Baya da ilerlemiştim. Sıra gelmişti, o ilk hikayenin ne olacağına. Birkaç suç hikayesi aklıma gelmişti ama sonra vazgeçtim, daha çocuksu, naif ve “hayalperest” bir hikaye olmalıydı bu diye düşündüm. Mevzunun şiddeti daha sonraki hikayelerde sertleşebilirdi.
Bunun üzerine “Varol’un Eldivenleri” isimli bir hikaye yazdım.

Kısaca anlatmaya çalışayım: Hikayede bir çocuk var, adı Varol. Tam bir futbol hastası. 4-5 yaşlarında mahalle maçlarında abileriyle top oynuyor, fakat sağ ayak lifi kopuyor ve hastanedeki doktor çocuğun liflerinin zayıf olduğunu söylüyor. Çocuk pes etmiyor, sahalara dönüyor, bu defa sol ayak tarak kemiği kırılıyor, doktor diyor ki; “bu çocuğun kemikleri zayıf, futbol kesinlikle yasak”.

Çocuk yıkılıyor.

Hüzünlü gözlerle arkadaşlarını saha kenarından izlemeye başlıyor. Birkaç ay sonra bir maçta bir takımın kalecisi sakatlanıyor. Çocuk “Futbol yasak ama ya kalecilik” diyerek doktorunun koyduğu kanunda bir açık bulmuşçasına sevinerek kaleye geçiyor. Öyle bir şevkle oynuyor ki o gün, uçuyor, atlıyor, en zor topları çıkartıyor ve daha ilk maçta kaleciliğini ispatlıyor.

Bu sırada annesi çok evhamlı, oğlunun kaleci olmasına kızıyor. Babası ise hafif gurur duyuyor. Babasının boyu çok uzun, 1.90, arkadaşları ona Sırık Nemci diyor. Annesinin boyu ise 1.77. Belli ki çocuk da uzun olacak. Kaleciliği iyi yaparsa 1.ligde bile oynar diye hayal kuruyor babası. Annesi buna rağmen istemiyor.

Varol’un maç yapmadığı halı saha, otopark, yol, kaldırım kalmıyor, zamanla da şöhreti çevre mahallere yayılıyor. Önce çıplak elle, sonra annesinin eski bulaşık eldiveniyle sonra da harçlığını biriktirerek aldığı Reusch marka eldivenle çeşitli takımların kalelerini koruyor. O eldiveni hiç çıkarmıyor Varol, eldivenin orasında burasında oluşan deliklerin ve bozuklukların hep bir anısı olduğunu biliyor. “Bu Birol’un şutunda oldu”, “Şu delik final maçının son dakikalarında karambolde olmuştu”, “Bu Yakup’un penaltısında oldu” diye sayıyor, bir savaş gazisinin yaralarını sayması gibi.

Varol’un babası gururlu. Oğlu çok yetenekli bir kaleci. Boyu uzayınca milli kaleci bile olabilir. O yüzden Varol’un babası her gün oğlunun ne kadar uzadığını görmek için kafasına cetvel dayayıp duvardaki çizginin yükselişine bakıyor.

Annesi ise hala evhamlı. Onların şevkini kıracak şeyler söyleyip duruyor. Bu futbol sevdasından vazgeçmelerini istiyor.

Derken Varol tuttuğu takım Galatasaray’ın genç takımına da girmeyi başarıyor. Orada da başarılı oluyor. Genç takımın antremanlarından sonra Varol tesislerde kalıp asıl takımın antremanlarını izliyor. Bir gün onlarla oynayacak olmanın hayallerini kuruyor.

Derken Varol 16 yaşındayken bir şey oluyor. Ya da aslında hiçbir şey olmuyor. Şöyle ki; Varol uzamıyor!

Babası her gün kafasına cetveli dayıyor ve her gün aynı çizgiyi “bold” hale getirmekten başka bir işe yaramıyor bu ritüel. Balık yağları, sütler, zıplama egzersizleri… Hiçbiri işe yaramıyor. Varol 1.66 boyunda sabitleniyor.

Varol’un boyu uzamayınca büyük kalede de sıçıyor haliyle! Genç takımdaki yeri de sarsılıyor çünkü yaşıtları her gün uzarken o olduğu gibi kalıyor. Varol önce yedek kaleci oluyor kulüpte, sonra da üçüncü kaleci. Sonra da başını eğip ayrılıyor kulüpten. Bir süre sonra mahalle maçlarına bile almıyorlar Varol’u, daha uzun çocuklara bırakıyor kaleyi Varol.

Bu babası için büyük hayalkırıklığı tabii. Koskoca sırık Necmi’nin oğlu nasıl 1.66’da sabitlenebilir? Sonradan ortaya çıkıyor; Varol’un babası o değilmiş. Meğer Varol’un annesi vakti zamanında “minyon erkekle birlikte olma fantezi”sini hayata geçirmiş ve Varol’un asıl babası cücelikle minyonluk arasındaki o adammış. Gerçek ortaya çıkınca baba yıkılıyor, Varol da yıkılıyor, e tabii o küçük aileleri de.

Varol’un kalecilik hayalleri bir aile dramıyla yerle bir oluyor.

Yıllar geçiyor. Varol memur. 41 yaşında. Evlenmiş, bir de çocuğu var. Gençliğindeki o travma hala sırtında, ezik, kambur bir adam olmuş. Karısıyla da, çocuğuyla da arası iyi değil. Her gün işe gidip eve gelmekten başka işe yaramayan bir adam çocuğunun rol modeli ve kahramanı olamıyor haliyle.

Mali durumları da kötü. Bir gün ailecek kirası daha ucuz bir yere taşınıyorlar. Florya’nın sırtındaki varoşlara. Evi yerleştirirken Varol’un oğlu kolilerden birinde Varol’un eldivenlerini buluyor; Reusch marka o eldivenler. Köşesinde keçeli kalemle Varol yazılmış.

Oğlu “Bunlar ne” diye soruyor. Varol “Bunlar benim kaleci eldivenlerim” diyor, sonra “eldivenlerimdi” diyerek düzeltiyor. Oğlu “Ne işe yarıyor?” diye soruyor. Varol geçiştiriyor bu soruyu ama sonra oğlunun gözlerinde daha önce görmediği bir şey görüyor; bir pırıltı, bir hayranlık ifadesi. İlk defa oğlunun gözüne bir kahraman gibi aksediyor…

Bunun üzerine “Gel göstereyim ne işe yaradıklarını” diyor. Bir top alıp dışarı çıkıyorlar. Galatasaray Florya tesisleri yakında, orada yan sahalardan birinde Varol oğluna eskiden bildiği numaraları gösteriyor. Plonjon yapıyor, degaj kullanıyor, zıplıyor ediyor… Oğlu çok mutlu, kendisi de.

Tesadüf bu ya, o esnada Florya’da veteran futbolcuların maçı var. Eski ünlü futbolcular medyaya açık bir maç yapıyorlar. Tesadüf bu ya, kaleci sakatlanıyor. Yerine kaleci arıyorlar, kimse yok. Kaptan Cüneyt “Kaleye geçecek yok mu” diye soruyor. Varol’un oğlu “Var” diye bağırıyor.

Varol şaşkın şaşkın kaleye geçiyor. Eski kahramanlarıyla aynı sahada. Tıpkı 15 yaşındayken hayal ettiği gibi…

Oğlunun da gazıyla hayatının maçını çıkartıyor. Varol kısa boylu, üstelik yaşlı ama o maçta hiç gol yemiyor. Ondan sonra oynadığı maçların birçoğunda da yemediği gibi”

İşte böyle bir hikayeydi yazdığım. (Orijinal hali bunun 4 misli, kısalttım şimdi kabaca) Bu hikayeyi yazdıktan sonra anneme okuttum. Annem beğendi. Eski ünlü kaleci Varol’u hatırlattı bana. Kaleciyi isimlendirirken o Varol’u unutmuştum, tamamen varoluşçu kaygılarımla Varol adını takmıştım. Bu tesadüfe şaşırırken daha manyak bir şey oldu…

Bağış aradı! Çok net hatırlıyorum, saçma bi şekilde Radikal’in Spor sayfasını okuyordum. Mevzudan bahsetti, takımda kimler olduğundan, bana Orkun Uçar üzerinden ulaştığını, St.Pauli’nin stadında maçlar yapacağımızdan, hatta arada bir Rıdvan’larla da maç yapabileceğimizi söyledi. Şoke olmuştum.

Futbol sevdalısı ama fiziksel engellerden dolayı futbolcu olamamış birinin, eninde sonunda hayallerine kavuştuğu bir hikaye yazmıştım. Bu bir anlamda sadece benim değil, hepimizin hikayesiydi. Derken bu hayalin bizim için de gerçek olabileceğini duymuştum. Delirdim sevinçten:)

31 yaşına kadar kalecilik yapmış, sonra elimi ciddi anlamda kırıp, ameliyat olduktan sonra defansa geçmiş bir kazmaydım ama bu takıma girmek için elimden gelenin fazlasını yapmalıydım. İznimi erken kesip antremanlara katıldım. İlk maçta kötüydüm, ikinci maçta Bağış ile Metin hocanın kendi arasında “Doğu girer mi girmez mi” tarzından bir diyaloguna kulak misafiri oldum ve o gün hayatımın maçını çıkararak takıma girdim:)

Rıdvan, Oğuz, Fatih Terim, Nurettin, Metin Tekin gibi ustalarla oynamamız da çok acayipti. Tıpkı “Varol’un Eldivenleri” hikayesinde olduğu gibi.

Ama bence en acayibi kalecimiz Ender Özkahraman’ın tıpkı Varol gibi olmasıydı. Korkusuzluğuyla, gözüpekliğiyle, hatta fiziğiyle! Bir gün maça oğlunu getirmişti… Resmen karşımda duruyordu Varol.

Kesin olan bir şey vardı: Bu birliktelikte paranormal ve gerçeküstü bir durum vardı. Bu bir işaretti. Futbol aşkımız nihayet karşılıksız olmaktan çıkmış, bize göz kırpmaya başlamıştı.

Arkamızdaki o beyaz direkten yapılma kaleyi Varol’la birlikte korumak futbol aşkımıza borcumuzdur. Bu Fulya’daki kale olmuş, Maslak’taki kale olmuş, St.Pauli’deki veya Unna’daki kale olmuş fark etmez. O kaleyi ne pahasına olursa koruyacağız. Forza yazarlar takımı! Forza!