13 Nisan 2010 Salı

Emre Cingöz yazdı...

EMRE CİNGÖZ’ÜN GARİP HİKAYESİ

“Yalnız ve güzel ülkem”izde bir çocuk doğduğu zaman ona ilk söylenen sözlerden biri “Her Türk asker doğar”dır. Bu söz nerdeyse yaşamımızın sonuna kadar, çok çeşitli minvalde, sürekli karşımıza çıkar. Bu bizim için o kadar kutsal bir düsturdur ki her kutsal ve olağan kabulümüzde yaptığımız gibi, neden asker doğduğumuzu sorgulamak da aklımızın ucundan geçmez. Çünkü öyle doğmuşuzdur ve böylece doğar doğmaz ebedi mesaimiz başlamış olur.

Ben yazarlar takımına, tiyatro yazarlığı sayesinde girdim ve hayatımdaki ilk tiyatro oyunu da 5 yaşındaki küçük bir askeri canlandırıp şarkı söylediğim piyesti. Mesai benim içinde erken başlamıştı ve bayağı da sürecek gibiydi çünkü bu mesaiden emekli olmak imkansızdı. Mezarda emeklilik bu olsa gerekti.

Benim ise o yıllarda istediğim tek bir şey vardı.: Futbolcu olmak. Hem, futbolcu olunca gollerimi atıp ardından da seyircilere asker selamı verirsem asli görevim olan askerliği de yerine getirmiş olurdum. O kadar şartlamıştım ki kendimi futbolcu olmaya, akşam yatmadan önce tüm dualarımı futbolcu olmak üzerine ediyor, milli takım formasını geçirip, o şanlı takımda oynayabileceğim günleri hayal ediyor, sonra da aynanın karşısında, gür bir sesle İstiklal Marşı’nı söylerken nasıl göründüğüme bakıyordum. Bu marş söyleme meselesi çok önemliydi. O esnada hem teknik ve karizmatik görünmeli, hem de Alpay Özalan misali terinin veya -ne biliyim, milli kimliğimizin olmazsa olmazı- kanının son damlasına kadar sahada savaşacak bir futbolcu görüntüsü vermeliydim.

Bana bu formayı, Türk sağının bir halinden hallice olan, milliyetçi dayım almıştı ve şöyle demişti, “ Tamam Emre Fenerbahçeli olabilirsin ama önce milli takımı tutmalısın çünkü en büyük ne Fenerbahçe’dir ne de Galatasaray, en büyük Türkiye’dir. Bunu sakın unutma”. Bunu duyan Türk sağının diğer temsilcilerinden İslamcı dedem, dayıma doğru bağırarak “Ne diyorsun ula Oktay? Çocuğu bu yaşta Allahsız mı yapacan? En büyük Allah olum, en büyük Allah. Sen uyma dayına” diyerek dayıma İslami bir balans ayarı yapıyordu. E hep onlara yapılacak değildi ya. (Teşekkürler Tanıl Bora)

Türk-İslam senteziyle tanışmam pek de geç olmamıştı ve bu tanışma, muhafazakar diz altı şortumla beraber mahalle aralarında futbolla kaynaşmama sebep olmuştu. Futbolla buluşup kaynaştıktan sonra birbirimize çok alıştık. Günde en az 3 kere ona koşuyor, onla yatıp, onla kalkıyordum. Tabi bu durum derslerime etki etmeye başlayınca, eski solcu, yeni orducu, laik, çağdaş ve Kemalist babam mesleğinin de verdiği sorumlulukla, (kendisi Milli Eğitim Müfettişlerinden, Hüseyin Şevki Topuz’un görev arkadaşı idi) beni futbol sevdasından vazgeçirmek için birçok eylemde bulundu. Cezalar, yaptırımlar, farklı spor kurslarına üyelikler ve hatta pedagoglar v.s. v.s. Fakat bu eylemler bir türlü amacına ulaşmadı. Çünkü ben bu oyunu seviyordum ve Ferhat gibi dağları delmeye hazırdım.

Babam bendeki azmi görünce pes etti desem de, inanmayın, bu sefer farklı bir taktik geliştirmeye başladı. “Olum senden futbolcu filan olmaz. Sen sürekli maç yapıyorsun. Futbolcu adam önce antrenman yapmalı. Biz de zamanında top oynadık ama biz önce antrenmanımızı yapar, sonra, zaman kalırsa maçımızı oynardık. Yok yok sen vazgeç bu sevdadan. Kafan çalışıyor. Sendeki IQ bende olsa kesin mühendis olurdum” diyerek bebekken çıkarttığı gazımı yerine koymaya çalışıyordu.

Tabi ben yemedim bu ara gazları ve babama dedim ki, “Ben yetenekliyim baba. Benim antrenmana filan ihtiyacım yok. Hem senin dediğin yolla futbolcu olunsaydı ben şimdi kesin büyük bir takımın altyapısında oynuyor olurdum. diğer futbolcuların oğulları gibi” (Sözüm meclisten dışarı HakkıJ)

Aslında bu itham, biz seçilemeyenler için bir teselliydi. Birçok takımın seçmelerine gitmeme rağmen bir türlü başarılı olamadığımda diğer seçilemeyenlerle beraber oturup şöyle konuşuyorduk, “ Ulan gördün mü be adam kazmanın teki onu seçtiler. Niye??? Çünkü, babası eskiden Fener’de top oynamış. Seçilenlerin hepsi torpilli abi. Mesela sen en az benim kadar yeteneklisin. Anlarım abi, ben futboldan, top ayağına yakışıyor. Seni almıyorlar, beni almıyorlar elalemin torpilli piçlerini baş tacı ediyorlar. Sonra da yok efendim ülke futbolu niye gelişmiyor, önümüze gelenden neden sekiz yiyoruz. Yok efendim yenilmişiz ama ezilmemişiz de Almanlar yenildiği için bizde yenik sayılmışız falan filan. Ulan inanmazsın geçenlerde çok acayip bir rüya gördüm. Rüyamda bu ülke futbolu nasıl gelişir, nasıl düzelir diye düşünürken, bir ermiş dede geldi elinde asasıyla. Yalnız bu dede diğer dedelerden biraz farklıydı, sakalları beyaz değil de hafif kırmızımtıraktı. Neyse bana dedi ki “ Ey oğul futbolda devrim yapmak istiyorsanız buna alttan başlamalısınız. Çünkü doğru bir devrim alttan olur”

“Vay be! İşte ya, bizim altyapımız ne ki futbolumuz ne olsun? Dede bile koymuş teşhisi. Gerçi bakma, biz ülkemize laf ediyoruz ama bu dışarıda da böyle abi. Bak Johan Cryuuf’a, oğlu Jordi’yi nasılda koydu Barcelona’ya. Şanssızız biz abi, şanssız, doğuştan şanssız.” diyerek kendimizi avutmaya çalışıyorduk.

Bu hiçbir futbol takımına seçilememe durumu bende derin izler bırakmaya başlamıştı. Hayatımda yapmak istediğim tek iş futbolcu olmaktı ve onu olmayı da beceremiyordum. Artık yavaş yavaş bu sevdadan vazgeçmeliyim dedim kendi kendime ve bıraktım kendimi babamın şefkatli ellerine. O da beni elimden tuttuğu gibi götürdü ÖSYM’ye.

ÖSYM’ye başvurduk başvurmasına da, onların bu başvuruya yanıtı benim başvurum kadar kibar olmadı, “Hoopp delikanlı burası Ringo’nun ahırımı? Buraya girmek istiyorsan önce birkaç sınavı geçmen gerekir.” Gene bir seçim durumuyla karşı karşıya kalmıştım. Önce bizden öğrenci olur mu olmaz mı ona karar verip “öğrencileri seç”ecekler daha sonra da seçtikleri öğrencileri “yerleştir”eceklerdi. Sıkı bir elemeden sonra 2. tura çıkmaya hak kazandım: Seçilmiştim ve artık öğrenciydim! Şimdi önümde beni bir yere yerleştirmeleri için yapacakları diğer sınav vardı. Neyse ki yerleşeceğimiz yerleri biz seçiyorduk. 18 tane tercih yapma hakkımız vardı. Sınav oldu bitti ve ben de 18. tercihime girdim. Artık geleceğe umutla bakan bir makine mühendisi adayıydım. Babam gene yapmıştı yapacağını, beni istediği kalıba sokmuştu.

Üniversitede her şey farklı olur diye düşünmüştüm; en azından ortam, daha doğrusu karşı cinsle olan ilişkiler açısından. Hani şöyle daha sosyal bir çevre, kızlı erkekli gruplar falan filan. Gerçi, kazandığım bölümde kız popülasyonunun fazla olmayacağını tahmin edebiliyordum ama olsun diyordum en azından ortak bir kantinimiz olur kantinden çay alırken bir çarpışma ve bu çarpışmanın neticesinde bir kıvılcım doğabilir. Yanlış anlaşılmasın sadece ve sadece sosyalleşme adına bir kıvılcım. Fakat hey hat, kader bana yine gülmemeyi seçiyordu. Okuduğum kampüs sadece iki bölümün öğrencileri içindi: Makine mühendisliği ve inşaat mühendisliği. Sizin anlayacağınız kantinde karşı bir cinsle çarpışma ihtimalim, futbolcu olma ihtimalim kadar azdı. Neyse öyle böyle 3 senem karşı cinsle çarpışabilme umuduyla geçti. Tabii ben bu süre zarfında çok çarpışma yaşadım ve bir çok erkek arkadaş edindim.

Ve ardından kararımı verdim: Son senemde işimi şansa bırakamazdım. Sosyalleşme adına birileriyle çarpışmayı beklemekten fazlasını yapmalı ve artık beni bu asosyal hayattan kurtaracak kahramanı beklemek yerine kendim bir kahramanlık yapmalıydım. Böylece son sınıfta üniversitenin tiyatro kulübüne yazıldım.

Üniversitedeki tiyatro hayatımda, teatral açıdan fazla bir ilerleme kaydedemediysem de sosyalleşme açısından önemli ilerlemeler kat ettim. Gerçi bu durum, sonrasında bana pahalıya patladı, 4 senelik üniversite 5 senede bitti. Ve maalesef son sene fazla dersim olmadığı içinde okula gitme sıklığım azalınca tiyatro kulübünü de bırakmak zorunda kaldım. Geç bulmuş, çabuk kaybetmiş ve bu kayıp da çok erken olmuştu. (Teşekkürler Emrah Serbes)

Okulun uzadığı koca bir sene boş geçemezdi. Sahne tozunu da bir kere yutmuş olmanın verdiği etkiyle gittim Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tiyatro bölümünde eğitim almaya başladım. Bu 2 senelik eğitim dönemimde çok başarılı bir öğrenci oldum. Hatta adı Emre olan hocalarımızdan biri gelip bana dedi ki; “Bak Emre çok başarılı bir öğrencisin sende büyük bir gelecek görüyorum ama senin de ismin Emre benimki de. Bu böyle olmaz bundan sonra senin ismin Yunus Emre olsun”. Ben de bunun üzerine hocama, “Çok teşekkür ederim hocam ama benim babamın ismi de Yunus. Burada ki karışıklığı düzeltelim derken, aile içinde bir faciaya yol açabiliriz. Bu yüzden bari siz isminizi değiştirin de bu karışıklığı ortadan kaldıralım”. Hocam ismini değiştirmeyi reddetti ama bu karışıklığı ortadan kaldırmak için büyük bir fedakarlık yapıp tiyatroyu bıraktı ve gitti Hamburg’a yerleşti. Duyduğuma göre şimdi, Hamburg’a gelen Türkiye’liler için organizasyon çalışmaları yapıyormuş. ( Teşekkürler Doğu Yücel’in arkadaşı )

Her neyse tiyatro okulunda ki iki senelik eğitim dönemim bitince hocalarımız benle bir toplantı yaptılar, “ Emre biz senin burada kalmanı istiyoruz. Bizim senin gibi tiyatroyu bu kadar seven ve bu işe kafa yoran insanlara inanılmaz ihtiyacımız var” dediler. Tabi bu kadar ısrardan sonra ben de onları kıramadım ve mezun olduktan sonra tiyatro okulunda asistan olarak görevime başladım. Ama asist asist bir yere kadardı. Ben de hoca olmak istiyordum, ben de artiz olmak istiyordum. Böylece sanal ortamda fuck-body aramayı bırakıp, bunu reality showa dönüştürmeye karar verdim. ( Teşekkürler Serkan Öz )

Bu isteklerimin hepsi gerçekleşmedi tabi ama zamanla bir hoca kıvamına geldim. Epik tiyatroya dair tüm argümanları, hem yazdığım oyunlarda, hem de yazdığım kızlarda tatbik etmeye başladım. Ve bir gün uygulamalar o kadar işe yaradı ki hem eşim olacak insanı buldum, hem de yazarlar takımı gibi mükemmel bir organizasyonun parçası oldum. (Teşekkürler Bağış Erten )

Çocukluğundan beri futbolcu olmayı isteyen ve oynayacak bir takım arayan bir adam için mükemmel bir fırsattı bu. Şimdi sormak istiyorum, beni alt yapılarına almayan o hocalara: Siz hiç hayatınızda uluslararası bir turnuvada yer aldınız mı? O beğenmediğiniz muhafazakar şortlu sarı kafalı Emre, şimdi süper bir takımla beraber Dünya Yazarlar Liginde. Milli bir futbolcu olamadık ama zaten milli bir futbolcu olmayı istemek bir çocukluk hastalığıymış aslında. ( Teşekkürler bu takımda ki tüm güzel insanlara )

Forza Yazarlar Takımı Forza.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder